Aslında yazımın başlığına, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kılıçdaroğlu’yla imtihanı” diyecektim ancak galiba sadece Cumhuriyet Halk Partisi değil İYİ Parti’nin de Meral Akşener’in de kendi seçmeninin de diğer seçmenin de herkesin Sayın Kılıçdaroğlu’yla bir imtihanı var.
Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal’a yapılan çirkin kaset kumpasından sonra Türk siyasetinde adının gelecek nesillerin dikkatini çekecek nitelikte bir söylemine, icraatına tanık olmadım. Ancak son yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin statükoyu alkışlayan, vesayete kol kanat geren tek tipçi anlayışına, bilindik bagajlarına karşı duran ve ezber bozan yaklaşımı değerliydi ve dikkat çekiciydi. Kılıçdaroğlu’nun peşinen iyi bir siyaset kumaşına sahip olduğu söylenemezdi. Çalışma hayatı bir bürokrat olarak masa başında geçmiş genel müdürün daha sonra gelip memleketin ve halkın hâlinden anlaması, kendi parti ideolojisinin dışına çıkarak empati yapması çok kolay olmazdı. Son dönemlerde bu durumu aştı ve demokrat bir duruş sergiledi. Türkiye’de kimliklere yönelik yasakçı zihniyetin özelikle dindar kesim olmak üzere toplumlun geniş kesimlerinin uğradığı ötekileştiren, dışlayan, asimile eden siyasi duruşun neden olduğu acıları paylaştığını ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin varsa bir kusuru bundan dolayı özür dileyerek bir helalleşmeye gerek olduğunu kabul etti. Bu demokrat ve empati yapan siyasetçi duruşu karşısında bireysel olarak ne kazandı dersek aslında çok bir şey kazanmadı. Kılıçdaroğlu’nun bu tutumu, kendi tabanında, “Eyvah, sağa kayıyoruz! Erdoğan’a alternatif olma yerine ona benzemeye çalışıyor!” eleştirisine maruz kalırken diğer kitle için ise “samimiyetsiz” olarak değerlendirildi ve kabul görmedi. Kısacası ne İsa’ya ne Musa’ya yarandı. Ben yine de hakkını teslim edeyim; Türkiye siyasi yelpazesinin en sağından en soluna kadar farklı dinamikleri olan partileri, seçmenleri bir araya getirmek, onları bir havuzda ortak bir amaç için buluşturmak bir başarıydı ve bu hâliyle siyaset arenasından çekilmiş olsaydı siyasi tarihin iyi adamlarından olurdu.
Öyle olamadı… Öncelikle Kılıçdaroğlu her ne olursa olsun, hangi simülasyon yapılırsa yapılsın en mükemmel strateji, beş ile çarpıp üçe bölün; sonuç itibarıyla Tayyip Erdoğan karşısında kesinlikle yenileceği belli olan bir yarışa girdi. Kaybetti. Bu ölümcül hatayı yapmış olan Kılıçdaroğlu’nun seçimin faturasını kendisi dışında önüne gelen herkese kesmesi ve bu yetmiyormuş gibi hâlen “Delege beni aday gösterirse siyasette olacağım.” demesi, onurlu çıkışı reddetmesi, kendisini her gün daha da aşağı çekiyor. Kılıçdaroğlu önce 500 lirayla karnını doyuran seçmeni, masayı deviren Akşener’i; adaylık sürecinde Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu, delegeleri, basın ve medyayı, gazetecileri suçladı ve bunların bir kısmını da “ihanetle” itham etti.
Bugüne kadar çıktığı her yayında, verdiği her röportajda kendisinden, birbirinden farklı birçok açıklama duyuyoruz. Aslında kendisi aday olmak istememişti, bu aklında yoktu; “Altılı Masa”daki diğer liderler bunu önermişti. Bu açıklamalardan sonra anlaşılıyor ki tam tersine Davutoğlu, Karamollaoğlu karşı çıkmışlar. Kılıçdaroğlu son açıklamalarında ise Meral Akşener’in masayı devirmesi sonucunda önde gidilen yarışın kaybedildiğini söyledi. Kısa bir aradan sonra çok zaman geçmedi ki bu kez Sayın Akşener’in bir plan dâhilinde hareket ettiği iması, devamında Ümit Özdağ’ın, verdiği bir mülakatta, seçimden önce Meral Akşener’in özel kaleminin ses geçirmez bir odada Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olacağını söylemesi üzerine Kemal Kılıçdaroğlu, Armağan Çağlayan ile yaptığı röportajda bu konu gündeme gelince “Bu topraklarda ihanet hep olmuştur.” dedikten sonra ortalık toz duman oldu. Ve bir zamanlar, her bir araya geldiklerinde, çıkışta verdikleri basın açıklamasında her şeyin yolunda olduğunu; aralarındaki ilişkinin bal-kaymak olduğunu söyleyen Akşener’le Kılıçdaroğlu şimdi mahkemede biri davalı, biri davacı olacak gibi gözüküyor.
Mesele gerçekten bir yola nasıl çıktığınız, bir işe nasıl başladığınızdan ziyade; dönerken paçanıza çamur bulaştırmadan onurlu bir şekilde dönmeyi bilmektir. Sayın Kılıçdaroğlu son dönem demokrat dili itibarıyla topluma iyi gelecek hamlelerden sonra tarihte iyi konuşulacak güzel insan sıfatını şimdi bir tarafa bırakmış, hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen bir hırs içinde kendi kendini yok etmeye çalışıyor. Kendi seçmeni için ifade ettiği anlamın 14 Mayıs’a kadar “demokrat dede”; 14 Mayıs’tan sonra ise yenilen bir avuç dolusu tatlı fındığın acı çıkan son fındığıdır. Seçmenin ağzında o acı tat varken asla bir daha dönüp kendisine “Gel bize liderlik yap.” demez.
Tutuksuz yargılama esastır, diğeri istisna…
İzmir’de bir sokak röportajı sırasında konuşmasının içeriğinde hakaret, toplumun belli bir kesimini aşağılama, Cumhurbaşkanı’na hakaret suç unsurlarının gerçekleştiği gerekçesiyle Dilruba isimli vatandaş gözaltına alındı, sonra da tutuklandı. Meslek hayatım boyunca suça karışmış insanları ikiye ayırdım. Damdan düşer gibi kendini o suçun içinde bulan ve bu nedenle cezaevinin soğuk duvarlarıyla karşılaşanlar ile karakteri ve mizacı gereği o suç ve eylemle karşı karşıya kalan ve ne kadar rahatsız edici bulsa bile cezaevinde kendini bulanları ayrı değerlendirdim. Özellikle düşüncesini aktarırken bunun sınırlarını aşan ve söylediği sözün hakaret olduğunu bilmeden ki bizim ceza yargılamamızda bir hareketin olduğunu bilmemek cezasızlık sebebi de değildir, bu durumda insanları 1 saat önce söylediği sözden dolayı alıp tutuklamanın, ceza yargılamasının ne amacı ne de gereği olduğunu düşünenlerdenim. Dilruba K., sarf ettiği sözlerin bir kısmında eleştiri sınırını aşmış olabilir. Ancak Dilruba’yı tutuklamak için tutuklama tedbirinin neredeyse hiçbir unsuru ortada yokken yani kaçma tehlikesi, delilleri karartma, sabit ikametgâh sahibi olmayışı vesaire gibi kriterler gerçekleşmeden; yargılamanın sonunda bu insanı çok rahat bir şekilde bulmak, çıkan cezanın infazını sağlamak mümkün iken neden tutuklama tedbiri böylesine bol kepçe kullanılır, anlamak mümkün değil. Ve bu kadar ceza yargısının siyasallaştığı konusunda dünya çapında artık bir şöhrete sahip olmaya ramak kalmışken…