19 Mart 2003: “Demokrasi ihracatçısı” Amerika’nın, büyük projesini hayata geçirmek üzere Bağdat sokaklarına ilk bombayı bıraktığı o malum gece… Yıllardır tarih kitaplarından okuduğumuz savaşlardan birini, ilk kez canlı yayında izlerken bir ömür boyu üzerimize sinecek olan travmanın ruhumuzda bıraktığı tahribattan habersiz, zehirlenmiş ilk nesildik biz. Şehirlerin bombalanmasını, parçalanmış cesetleri, cinayetleri, katliamları canlı yayında izleyen; her şeye alışıp artık hiçbir şeye şaşırmaz hâle gelen ilk nesil…
Acının bu zamana kadar hiç olmadığı kadar pornografik bir hâl alması, bu neslin kendinden öncekilerden çok daha farklı bir zihin yapısına sahip olmasına sebep oldu. Savaşı doğrudan yaşayan ve savaşın içinde yer alanlarla çayını içerken kardeşlerinin ölümünü televizyondan seyredenler arasında büyük bir psikolojik fark vardı. Biri bütün dehşeti ile savaşı yaşarken diğeri yine aynı savaşa seyirci kalarak farkında olmadan vahşeti normalleştirdi. Bunun neticesinde ortaya çıkan şey ise bugün yaşadığımız çağın bütün gayriinsani acımasızlığını doğal karşılayıp insanlık haysiyetimizi her geçen gün biraz daha aşağıya çeken bir sistemin parçası olmak oldu, hepimiz için.
Çağ, terör çağı, artık anladık. Terör örgütleri yalnızca silahla saldırmıyor, medya artık bir savaş enstrümanı hâline geldi, bunu da anladık. Düne kadar herkesin hayatı boyunca gördüğü cenaze sayısı, yalnızca vefat eden yakınları kadarken bugün, eli telefon tutan yedi yaşındaki çocuktan en yetişkin olanına kadar herkes binlerce parçalanmış ceset fotoğrafına, toplu katliam görüntülerine maruz kalıyor. Ölü bir insan bedeninin insan zihninde ve ruhunda açtığı tahribatın hangi boyutlara ulaştığını, bir ceset fotoğrafını gördüğümüzdeki tepkisizliğimizden anlayabiliyoruz ancak.
Kötülükten daha beter bir şey varsa o da kötülüğe alışmaktır. Dünya ne yazık ki kötülüğe alışıyor. Uyanık kaldığımız tüm vakitlerde birilerinin öldürülmesine, zarar görmesine, ezilmesine şahit oluyoruz. Sadece kendi çevremizdeki değil dünyanın bir ucundaki ıssız bir mahalledeki kötülük bile hayatımızın içinde cereyan ediyor.
İnsan alışır. İnsan başına ne gelmişse ve ne gelecekse alışır. Önlenemeyen kötülüğü durmadan izlemenin en büyük tehlikesi, kötülüğe bu hayatın sahici bir parçası olduğunu düşünecek kadar alışmaktır. Sistematik kötülük önlenmediği müddetçe merhametsizlik normalleşir, insanlar kadim değerlerden koparak salt haz ve çıkarları doğrultusunda yaşamaya başlar sonra buna da alışır.
Ölmeye alıştık. Kundaktaki bebeklerin parçalanmış bedenlerini, savaşın tabii bir sonucu olarak kabullenmeye alıştık. Bombalanan hastanelere, yıkılan okul çatılarının altında can veren çocuklara alıştık. Uluslararası hukukun, evrensel değerlerin, antlaşmaların, sözleşmelerin anlamsızlığına, çözümsüzlüğüne alıştık.
Libya’da, Suriye’de, Filistin’de olup bitenlere alıştık. Sokakta patlayan bombalara, insanı insanlıktan çıkaran savaşlara alıştık. Şehirlere alıştı mı ölüm, annelerini, evlatlarını kurban vermeye de alışır şehirler. Karanlığa şahit yazıldık; boğulduk ve boğulmaya da alıştık.
Yalancıya ve müfteriye alıştık. Her geçen gün bir yenisine uyandığımız algı faaliyetlerine refleks göstermeye dahi tenezzül etmeyecek kadar çok alıştık.
En büyük çürümeydi oysa alışmak. Hayret damarların tıkanmışsa derin bir uykuya dalmışsın demekti. Bu durumun bizi götürdüğü yer, ahlaki ve kalbi felaketin tam göbeğindeki tepkisizlikti. İnsanlar, başlarına gelene alışmadıkları için hep çare peşine düşerlerdi. Çare peşine düşmeyecek kadar çaresizce kötülüğe alıştık.
Gazze’de hayatını kaybeden insanların hikâyelerini istatistiklerle okumaya öyle alıştık ki başka coğrafyalarda yeni soykırımların önünü açtık. Ölüm ve gözyaşı bu kez Lübnan’a ateş gibi yağarken; BM kürsüsünden hakikati cesaretle haykıran bir liderin çığlığına karşı; rakının fiyatını, Şero’nun cenazesini konuşanların sessizliğine yerleşen planlı kötülüğe çoktan alışarak açtık…
“Önce biraz ağladılar ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu, her şeye alışır.”
-Dostoyevski / Suç ve Ceza