Evvelki gün akşam saatlerinden itibaren hastanelerin acil servislerinde, teşhis odalarında, yatakhanelerindeyiz... Çünkü 74 yaşındaki annem Şengül Hanım, “olmayacak türde” bir kaza geçirdi.
Olmayacak türde deyince aklınıza tuhaf kaza senaryoları gelmesin. Aslında basit bir düşme hadisesinden söz ediyorum. Merdivende falan da değil, yolda yürürken. Baş dönmesi veya bayılma ile de değil, ayağı takılarak düşme…
Annem İstanbul’un en merkezî yerlerinden birinde, Ataşehir’de yaşıyor. Kiraların, ev fiyatlarının el yaktığı bir yer. Vakti ile “şehrin dış mahallesi” sayıldığı için bir ömürlük birikimleri ile oradan bir ev sahibi oldular. Normal koşullar altında karı-koca emekli maaşı ile o semtten oda bile kiralayamazlar.
Peki, Avrupa’nın pek çok kentinden daha pahalı olan bu ilçemizin yaşam kalitesi ne durumda acaba? Anlat anlat bitmeyecek hikâyeler var ama annemin başına gelen kaza hikâyesi gerçekten durumu özetlemeye yetiyor.
Biliyor musunuz, Ataşehir’in önemli bir bölümünde yaya kaldırımı yok. Hiç mi yok? Evet, hiç yok. 21. yüzyıldayız ve belediyemiz, yaya kaldırımı yapmaya gerek duymamış! Sanki İstanbul’un nüfus ve araç yoğunluğu en yoğun ilçelerinden birinde değil de Bolu’nun bir dağ köyündeyiz. “Kaldırıma ne gerek var canım, yayalar ve araçlar ortaklaşa kullanırlar işte parke taşları ile döşediğimiz tarlaları…” demişler.
Sokakların durumu şöyle: Çift taraflı olarak park etmiş otomobiller, kamyonlar, minibüsler… Onların arasında bir aracın zar zor geçebileceği bir boşluk ve sürekli akan bir trafik… Araçlar lütfedip frene basarsa iki otomobil arasından sürtüne sürtüne yürüyebilirsiniz. Ters yön, düz yön demeden vızır vızır geçen motosikletleri, skuterleri saymıyorum bile…
Parke taşı döşeli tarlalar lafını bir abartı olarak söylemedim. Gerçekten de sokaklar, sanki yayalaştırılmış alanlarmış gibi küçük parke taşları ile döşenmiş. O parke taşları da araç trafiği sebebi ile yerinden fırlamış, çökmüş, sokakları daha da yürünmez hâle getirmiş.
Bu da yetmezmiş gibi bir de sokaklarda kendi hâlinde unutulmuş beton bloklar, kaldırım taşları falan var… Bunların bazılarını kaldırım olmadığı için evlerinin giriş kapısını korumak maksadı ile vatandaşlar koymuş. Bazı taş bloklar ise ne işe yaradığı belli olmayan, unutulmuş nesneler olarak varlıklarını sürdürüyor. Yaradıkları bir iş varsa o da işte böyle akla ziyan kazalara sebep olmaları.
Annem akşam alışverişinden dönüyor. Elinde “çekçek” tabir ettiğimiz pazar arabası. Yaşlı bir kadının bu cangılda yavaş yavaş ilerlediğini düşünün. Otomobillerin kamyonların arasından evinin kapısına ulaşmaya çalışırken pazar arabasının tekeri parke taşlarından birine takılıyor. Annem dengesini kaybediyor, toparlanmaya çalışırken ayağı yerinden fırlamış başka bir parke taşına takılıyor ve düşüyor. Pazar arabası ile beraber düştüğü için kendini yeterince koruyamıyor, yüzünü ve başını ne için orada olduğu belli olmayan kocaman yuvarlak bir beton bloka çarpıyor. Oracıkta bayılıyor.
Yoldan geçenler ve komşularımız yardıma koşuyor… 112 ile acil servise kaldırılıyor. Ben vardığımda hâlâ bilinci yerinde değildi. Her yeri kanlar içinde, yüzü gözü şişmiş, morarmış. Alnında ise kocaman bir yara… Yüzündeki kemiklerde çoklu kırık var... Daha kötüsü ise beyin kanaması.
Göztepe Süleyman Yalçın Şehir Hastanesi’nde yatıyor. Doktorlar durumunun iyiye gittiğini söylüyor. Bu kadarla kaldığı için şükrediyoruz, dua ediyoruz. “Böyle iyi yetişmiş sağlıkçılarımız, böyle müteşekkil hastanelerimiz olmasaydı hâlimiz nice olurdu?” diye düşünüyoruz.
Ama işte bir yandan da 21. yüzyılda, böylesine kalitesiz bir kent yaşamına mahkûm edildiğimiz için de isyan ediyoruz. Türkiye’nin büyük şehirlerinde ve özellikle de İstanbul’da, insani yaşam koşulları hızla yok oluyor. Daha yayaların yolda emniyet içinde yürüyebilme sorununu bile çözemeyen kentler, gelecek için hiç de umut vermiyor.