Asr-ı saadette tarikat var mıydı?

Çok klişeleşmiş bir söz var. Dine diyanete düşman olan kişilerce dillendirilen bir soru şudur: Peygamber efendimiz (asm) zamanında tarikat mı vardı?

İşin kötüsü doğru dürüst dini bir kitap okumamış insanların cevapları da hemen hazırdır. Derler ki: İslam’da tarikat yoktur. Bunlar şirktir, günahtır. Tabii bu insanları yanıltan en önemli sebeplerden bir tanesi “ilahiyatçı” kılığındaki şarlatan ve şebeklerdir…

Şimdi soruyu cevaplamaya çalışayım. Evet, asr-ı saadette de tarikat vardı. Çünkü Tarikat veya Tarik kelimesi “yol” anlamına gelir, “Allah’a ulaştıran yol” mânâsında kullanılmaktadır. Yol kavramına tarz, usul ve yöntem gibi karşılıkları da verebiliriz. Eğer “tarikat” kelimesine buradan yaklaşacak olursak doğru tanımı verebilir ve milyonlarca Müslüman hakkında kıyl-ü kal yani kötü söz söylememiş oluruz. Aksi takdirde sarf edilen sözler hakaret ve iftira sınıfına girer ki bu durum ruz-i mahşerde kişiyi mesul eder ve kul hakkına girdiği için cezadan kurtulamaz.

Tarikat, Allah’a ulaşma ve onu tanıma yollarından her biridir demiştik. İslamiyet’in kalbi boyutu üzerinde duran ve “kalbin fıkhı” diye nitelenen tasavvuf öğretisinin uygulandığı düzenli kurumsal yapılar olarak tarif edilmektedir. Asr-ı saadet döneminde tarikat yaygın değildi. Fakat İslami sınırlar içinde kalmakla birlikte farlı yol ve tercihlerde bulunan insanlara da rastlanmaktaydı. Örnek olarak bir sahabiyi ve bir Arap bedevisini ele alırsak İslam’ın farklı yolları tercih eden ve toplumun büyük kesiminden ayrılan Müslümanların da olduğunu varlıklarını kabul ettikleri rahatlıkla görebilecektir.

Verebileceğimiz yüzlerce örnekten sadece bir tanesi Ebu zer’dir. Peygamberimize (asm) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebu Zer, Resûlullah (asm)’ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebu Bekir (ra)’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Halis bir mümin, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinmektedir. Yüksek bir makamda olmamıştır fakat ümmete elinde ne varsa feda ederek hizmet etmiştir. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

Peygamberimiz(sav);”Allah sana merhamet etsin, ya Ebu Zer! o yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız diriltilecektir” buyurmuş ve sonrasında yalnız yaşayıp yalnız öldüğü tarihi kayıtlara geçmiştir.

Toplumun yaşayış biçiminden farklı bir yol, tarz ve usulü benimsedi diye kimse bu Sahabiyi İslam dışına atamaz. Onun yolu yani tarikatı farklı, tarzı başkaydı.

İkinci bir örneği ise bedevi bir Arap için verebiliriz. Bu zat dahi farklı bir yolu ve tarzı benimsemiş lakin bizzat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından İslam’ın içinde kaldığı ifade edilmiştir.

Ebu Abdullah Cabir bin Abdullah el Esari (r.a)’den rivayet edildi ki: Bir adam Peygamberimiz’e (asm) sordu ve dedi ki: Farz namazları kılsam, ramazan orucunu tutsam, helalları helal, haramları haram kabul etsem, bundan daha fazla yapmasam cennete girer miyim? Evet, buyurdu” Bunu Müslim rivayet etti.

İşte Ebu Zer ve bahse konu bedevi Arap örnekleri İslam’da tek bir usul ve tek bir yaşam tarzı olmadığını farklı yol ve tarzlara göre hareket edebilen insanlarında bulunduğunu bize göstermektedir. O halde asr-ı saadet döneminde de tarikat, yol, tarz ve usul vardır, diyebiliriz.

Şimdi kısaca tarikatın güzelliklerinden bir parça bahsedelim ki bu İslam düşmanlarının sesi kesilsin.

Bediüzzaman, Risale-i Nur’un çok yerlerinde, Tarikat ve Tasavvufu izah edip müdafaa etmiştir. Hiçbir zaman, Tarikat ve Tasavvufun aleyhinde söz söylememiştir. Tarikat ve Tasavvufun kendisini ve özünü değil, sonradan içine girmiş bazı arıza ve hataları tenkit etmiştir.

Tenkit ettiği hususlar, Tarikat ve Tasavvuf erbabının bazı aşırılık ve hatalarıdır. Bu hususları  Telvihat-ı Tisa adlı risalesinde, sekiz varta (tehlike) şeklinde özetlemiştir. Birinci kısımda (telvihte) şöyle der: “Tasavvuf, tarîkat, velayet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler…  Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.

Sual: Tarîkat nedir?

Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, mârifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmaniye olarak, Mi’raç-ı Ahmedî’nin (asm) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir”.

Evet, insan yaratılmış her şeyin küçük bir numunesi olduğundan, insanın kalbi de binlerce âlemin adeta manevi bir haritasıdır. İnsanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi gibi, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fenler ve beşeri ilimler vardır. İnsanın mahiyetindeki kalbi dahi, kainatın  mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ve hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar göstermektedirler.