Birleşmiş Milletler tarafından 25 Kasım tarihi, "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü" olarak ilan edilmiştir. Aynı zamanda 25 Kasım 1925 tarihi “Şapka Kanununun” kabul edildiği gündür, 28 Kasım’da Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Hala geçerli olan hatta giyilmediği takdirde suç unsuru oluşturan şapka kanunu caridir, geçerlidir. Şimdiye kadar hiçbir hükümet; kimsenin uymadığı bu kanunu kaldırmaya cesaret edememiştir. Demek ki; bu iki konuda yani kadına şiddet ve şapka ile ilgili ezber bozacak bir yazı yazmak gerekiyor. Olur ki insanlar “Yahu girdiğimiz bu yol meğerse çıkmaz sokakmış” diyebilsinler. İnsanlık tarihi boyunca Batı dünyasının yaptığı zulümler tarihe emsalsiz kaydı ile geçmiştir. Özellikle kadınlar, en ağır işkencelere maruz kalmışlardır. Amerika kıtasında Kızılderililere yapılan asimilasyondan tutun da Batılı sömürgeci ulusların Asya ve Avrupa’da yaptığı fenalıklar insanı utandıracak cinstendir. Mesela “afyon” yani uyuşturucu, Çin’de yasaklanınca ticari gelirlerinden mahrum olan Batılı ülkeler; yıllar boyu sürecek olan ve adını “Afyon Savaşlarından” alan büyük bir fenalığı fütursuzca işlemekten geri kalmamışlardır. Sonunda taş taş üstünde bırakmayarak yeniden afyonu serbest bıraktırmışlar ve lütfen barışı getirmişlerdir.

Bu konuda örnekler ne yazık ki saymakla, yazmakla bitmez. Numune olması ve günün anlam ve önemine dair olması nedeni ile sadece “kadına şiddet” yönünü ele almaya çalışıp bunlar içerisinden en çok göze batan iki-üç örneğe yer vereceğiz. Batılı ülkelerden İngiliz ve Fransızların kadınlara yaptığı zulümlerden bir tanesi “Jeanne d'Arc” ile ilgilidir. Bu zavallı kızcağız 6 Ocak 1412 - 30 Mayıs 1431tarihleri arasında yaşamıştır. Yüzyıl Savaşları boyunca İngiltere'ye karşı ülkesi Fransa'yı savaşarak korumaya çalışmıştır. Lorraine'deki cephelerden başlayarak manevi anlamda büyük destek olan bu kadın; Engizisyon tarafından vahşice yakıldıktan sonra nihayet 490 yıl sonra azize olarak ilan edilmiştir. Fransa'nın kuzey doğusundaki Meuse Irmağı'nın üzerinde bulunan Domrémy köyünde 5 çocuklu bir çiftçi ailesinin ortanca çocuğu olarak doğmuş olan d'Arc, köyün en önde gelen çiftlik sahiplerinden birinin kızıydı. Kral VII. Charles ile görüşmüş ve Poitiers'de din adamlarından oluşan kurulda bir takım sınavlardan geçtikten sonra kral tarafından verilen izinle Fransa Ordusu'nda Orleans Kuşatması'na katılıp İngilizlere karşı savaşmıştır. Bir dizi zaferli savaştan sonra 23 Mayıs 1431 tarihinde, Compiègne'de İngiliz hizipleri tarafından yakalanmıştır. İngiliz yanlısı Beauvais Piskoposu Pierre Couchon'un başkanlığındaki bir engizisyon mahkemesinde henüz 19 yaşındayken 30 Mayıs 1431 tarihinde Rouen kentinde 10.000 kişinin toplandığı Vieux-Marchè meydanında diri diri yakılmıştır.

Suç olarak erkek giysileri giyip savaşması ve gaipten sesler duyması yeterli görülmüş ölümünden 490 yıl sonra öldürme kararını veren aynı kilise tarafından azize ilan edilmiştir. Saartjie (Sarah) Baartman ise 1789 yılında dünyaya gelen Güney Afrikalı bir zenci kadın idi. İngiliz işgali altındaki Cape Town’da Hollandalı bir çiftçinin kölesi olarak çalışırken, bir İngiliz cerrah onu kandırarak İngiltere’ye götürmüştür. William Dunlop adlı cerrah, Baartman’ın bazı vücut özelliklerinden etkilenmiş ve iğrenç iftiralarla bu kadını incelemeyi sürdürmüştü. Bu sıralarda Baartman 21 yaşındaydı. İngiliz doktor, onu yapacağı araştırmalar sayesinde zengin olacağı vaadiyle kandırmıştı. Baartman’ın İngiltere’deki âkıbeti ise, çırılçıplak bir kafes içinde vahşî hayvan gibi teşhir edilmek ve “bakıcısına” para kazandırmaktan başka bir şey değildi. Dört yıl Londra sokaklarında dolaştırıldıktan sonra, Baartman bir Fransıza satılarak Fransa’ya götürüldü. Burada on beş ay boyunca bir hayvan terbiyecisi tarafından son derece ağır ve aşağılayıcı şartlar altında teşhir edildikten sonra, aralarında Napoleon’un doktorunun da bulunduğu bir grup bilim adamı tarafından inceleme altına alındı. Bu “bilimsel” incelemelerin sonucunda; “Baartman’ın hayvan ile insan arasındaki kayıp halka olduğu” şeklinde karar verildi. İnsanı aşağılamaktan hiç utanmayan Batılılar; Güney Afrikalı bu kadını, hayvanî hayatın en üst, insanî hayatın ise en aşağı mertebesinde bir yaratık olarak nitelendiriyorlardı.

Baartman, Fransa’da da çok fazla yaşamadı. Son yıllarını fuhuş sektöründe hayatını kazanmaya çalışarak geçirmek zorunda bırakıldı ve 1816 yılının başında, zatürree olarak bir hastalık neticesinde öldü. Baartman, sağlığında olduğu kadar, ölümünden sonra da Aydınlanma’nın önde gelen bilim adamlarının, naturalistlerin ve sanatçılarının ilgi odağı olmaya devam etti. Bütün bu çalışmaların temelinde yatan mantık, “Avrupalıların en üstün ırkı teşkil ettiği” düşüncesi idi. (Devamı yarın)