Dünyanın gelip geçici olduğunu anlatmak için illa ki bir musibetin gelmesi gerekmez. Kuran tefsirlerini ve dinden imandan bahseden kitapları okuyarak da bu gerçeği anlayabiliriz. Şu şekilde:
Evvelâ; ecel birdir değişmez. Ölüm meleği Azrail dahi sadece bir perdedir. Hastalıklar, felâketler hepsi bir bahanedir. Allah’ın emri geldiği vakit kimsenin bunu değiştirmeye mecali kalmaz.
Ölüm ve hastalık gibi musibetler karşısında fîgân edip ortalığı velveleye vermek büyük bir yanlıştır. Hele hele şehit olan askerlerimiz için gıpta etmelidir. Zira asıl vatanımız olan ahirette erişilebilecek çok yüksek makamakısa yoldan ulaşmışlardır. Ne mutlu demek yakışır. Ayrıca yanarak, boğularak ve taun gibi hastalıklar neticesinde vefat edenler büyük ecir ve mükâfat kazanırlar. Dünyada işlemiş oldukları günahlara keffaret olan bu hadiseler sayesinde hesap gününde gıpta edilecek olan bu insanlara acımak yerine tebrik etmeli ve bizlerin de imanla ölmesi için Rabbimize bol bol duâ etmeliyiz.
Hatta şehit olan bir askerlerin bir kısmı, komutanlarının tedbirsizliği yüzünden vefat etmiş olsalar dahi çok büyük mükâfat kazanmışlardır. Zira vatanımızı korumak için asker olmuşlar ve görevleri başında şehit olmuşlardır. Burada önemli ve geçerli tek şart vardır o da iman sahibi olmaktır.
“Lâilâhe İllallah, MuhammedenRasûlullah” diyen her asker görevi başında her ne sebeple ölürse ölsün şehittir. Bunu başka türlü yorumlamak o şanlı kardeşlerimize birer hakaret olduğu gibi insanı da mes’ul durumuna da sokar. Hesap günü onların yüzüne bakamaz oluruz, Allah korusun…
Felâketlerde malları zayi olan insanlar da çok fazla üzülmemelidir. Zira bir nev’î sadaka hükmüne geçen bu kayıplar ahiret gününde İnşallah büyük kârlara vesile olacağından çok fazla kafaya takmaya gerek yoktur. Nasıl olsa malın da, mülkün de sahibi Allah’tır.Bugün verir, yarın alır. Önemli olan helâl kazanç sahibi olmaktır. Zekâtını veremediğimiz bir mal ile yarın Rabbimizin huzuruna varırsak ne yaparız, asıl onu düşünmeli.
Sıcaklık dereceleri gibi musibetler de derece derecedir. Her musibette bir nimet derecesi vardır. İnsanlar daha büyüğünü düşünüp başına gelen belâdaki sıkıntıyı daha az hissedebilir. Bir kolu olmayan kolsuz adama bakmalı, bir gözü görmeyen hiç görmeyene bakıp şükretmelidir. Aksi takdirde “Benim başıma bu felâket niye geldi?” diyerek ağlayıp feveran etse, başına gelen belâdan kat kat fazlasını bulur.
Hem de musibet büyüyerek adeta şişer. Hiç de tahammül edilemez hâle gelir. Kendi kendine yapmış olduğu bu eziyetten dolayı o insana acınmaz. Zaten kalbi de o zavallı insanı adeta döver ve insanlar içinde maskara hâline gelir.
Evet, dünyaya devamlı surette insanlar gelir ve devamlı olarak aslî vatanlarına doğru giderler. Hem de hiç dönmemecesine. O halde bu kısa dünya hayatına aldanmamalı ve hayatın gelip geçici olduğunu her zaman düşünmeliyiz. Bu dünya metaı, zaten elde durmaz ki.
İmtihan için geldiğimiz bu dünyadan başarılı bir öğrenci gibi çıkıp gitmek istiyor isek, imanı elde etmeli ve o imanla yaşamalıyız. Ne için Allah’a inanıyorum? Bu dünyanın manası nedir? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Suallerine cevap aramak için dini kitaplar okumalı, Kuran tefsirleri ve Hadis-i şeriflere müracaat ederek şu kısa dünya hayatını anlamaya çalışmalıyız. Yahu! bu kadar kıymetli cihazlarla donatılarak bize verilen bu vücut emanetini hayvanca kullanmak akıllı insan işi midir?
Allah korusun “Ya leytenîküntüturâbâ” yani o dehşetli hesap gününde “Keşke toprak olsaydım” demek ne feci bir durumdur. İşte böyle bir durumda kalmamak istiyor isek şu sözleri bir kenara yazmakta fayda var:
“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütünzâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”