Geçtiğimiz salı günü Türk turizminin sorunlarını yazmıştım. Aynı gün TÜRSAB’ın düzenlediği 3. Turizm Kongresi’nde konuşmacıydım. Kongrede, sektörün ezici çoğunluğunu oluşturan acentelerin temsilcileri bir araya gelmişti. Çok sayıda yönetici ile sohbet etme imkânımız oldu. Yazdıklarımla ilgili "Eksiği var fazlası yok.
Her yıl rekorlar kıran, milyar dolarlar kazanan bir sektörün en önemli paydaşlarının bu denli dertli olmaları insanı ilk başta şaşırtıyor. Ama şaşırmayın… Çünkü kaygı bugün kazanılan paralar ile değil, yarının ne olacağı ile ilgili.
Benim konuşmamın ekseninde de sürdürülebilirlik kavramı vardı. Konuk olduğum oturumun üst başlığı kültür ve turizmdi ve ben özellikle bu kavram üzerinde durmayı tercih ettim. Çünkü ‘kültür turizmi’ denilen alanın en önemli avantajı sürdürülebilirliğinin yüksek olması.
Türkiye uzun yıllar boyunca deniz, kum ve güneş konseptini öne çıkardı. Turizm yatırımlarımız ve reklamlarımız daha ziyade bu eksende şekillendi. Bugün Türk turizminin lokomotifi Akdeniz ve Güney Ege boyunca sıralanmış, genellikle ‘her şey dâhil’ sistemi ile çalışan yüzlerce tatil kompleksi. Aslında bu durum, sadece Türkiye’ye özgü değil. Tüm büyük turizm ülkeleri 80’li yıllardan itibaren bu alana yatırım yaptı. Ancak geçen yazıda söylediğim gibi, bu alanın artık eski cazibesi yok. Yeni turist nesli, yalıtılmış bir alanda kitlesel aktiviteler yapmayı değil, seyahat ettiği yerin kültürüne dâhil olmayı tercih ediyor.
Demografik bir bağlamı olmakla beraber bu dönüşüm, esasen kültürle ilgili. Kültür değişiyor, insanların tercihleri değişiyor ve tabii ki turizm de değişiyor, değişmek zorunda kalıyor. Bizim "Y kuşağı, Z kuşağı tercihleri" dediğimiz şey kültür alanının topyekûn değişmesi anlamını taşıyor.
Tarihsel örnekleri ile izah edebiliriz. Kültür turizmine konu olan ve bizim kültür dediğimiz şey, ilk olarak sanayi devriminde sonra burjuvazinin müzelere, gösteri salonlarına ve galerilere yatırım yapması ile ortaya çıkıyor. Buna Kültür 1.0 diyebiliriz. O dönemin kültür turizmi ise zenginlerin birkaç aylık sürelerle İngiltere veya Fransa’ya gitmesi. Adına da Grand Tour deniyor.
20. yüzyıl ile beraber ve özellikle de 2. Dünya Savaşından sonra, orta sınıf büyüyor, kültür alanına kamusal yatırımlar yapılıyor ve Kültür 2.0 diyeceğimiz kitlesel kültür ortaya çıkıyor. Artık kültür sadece seçkinlerin tekelinde değildir; şehirlerin büyük/kamusal müzeleri, sanat meydanları, festivalleri ve konser salonları vardır. Ulaşım ve konaklama imkânları çeşitlenmiş, uluslararası standartlar oluşmuştur. Bugünkü turizm endüstrisi, hâlâ büyük oranda bu döneme göre tasarlanmış hâldedir. Turizmden anlanan da genel olarak budur.
Oysa 21. yüzyıl, kültürde iki büyük dönüşümü dayattı. Önce kültür alanı, sokağı ve gündelik yaşamı da içine alacak şekilde genişledi. Müzenin dışındaki de içindeki kadar ilgi çeker hâle geldi. Kent yaşamı, sokak sanatı, yerel kültür varlıkları turizme dâhil oldu. Bu, kültürün demokratikleşmesindeki ikinci hamledir. Kültür 3.0 dediğim bu dönemin tanımlayıcı motifleri kimlik, çeşitlilik ve kreatif üretimdir. Turizm ise en çok kapsama/dâhil olma ve deneyim kavramları etrafında şekillenir.
Üçüncü dalganın hemen arkasından beliren Kültür 4.0 ise dijital teknolojilerin, VR/AR, büyük verinin ve yapay zekânın kültüre -ve dolayısı ile turizme- dâhil olması anlamına gelir.
Bugün, dünyada bambaşka bir turist profili ve bambaşka turizm araçları var. Kültür ve turizm, dördüncü dalgasını yaşarken bizler hâlâ ikinci dalganın sorunlarını tartışıyor, onların çözümlerinin bizi kurtaracağını sanıyoruz. Oysa sürdürülebilirliğin anahtarı bugünün koşullarını kavrayıp yarının sorunlarını tartışmaktan geçiyor.