İşte felsefenin meşhur insanları hep şunu söylerler: “İnsaniyyetin gayet-ül gayâtı, (teşebbüh-ü bil-vâcib)dir, yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir”.
Yani insanın en önemli gayesi Allah’a benzemektir. İşte bu düşünce; öylesine firavunane ve kibirle yoğrulmuştur ki, insanı şirk (Allah’a ortak koşmak) derelerinde serbest koşturarak sebeplere tapan birisi haline sokar.
Hindu dininde sıklıkla görülen ve bugün Batı dünyasını da içine almış olan sebepperest, sanemperest, tabiatperest bir çok düşünceyi doğuran felsefecilerin bu anlayışıdır. Haşa! Allah’a benzemek için dünyaya geldiğini düşünen bu insanların düşeceği başka bir çukur olabilir mi?
Hâlbuki insanın mayasında Allah’a karşı aciz olma ve O’nun yardımını isteme duygusu vardır. İnsan; acziyet, zayıflık, zaaf, fakirlik ve kusurdan yoğrulmuş bir varlıktır. İnsanın gayesi Allah’a iman ederek ibadet etmektir. Başka türlü mutlu ve huzurlu olamaz. İşte bu yolu “nübüvvet” bize göstermektedir. Allah peygamberler aracılığı ile indirdiği kutsal kitaplarda insanlara bu yolu ihtar etmektedir.
Tabiata saplanıp, Allah’a ortak koşmaktan tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamayan felsefecilerin yoluna girmektense vahy ve fazilet olan Kuran yoluna girmek insanların yapacağı en akıllıca yoldur.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (asm) başta olmak üzere diğer peygamberlerin de yolu sadece akla isnat etmeyi kabul etmez. Vahyi esas alır. Çünkü akıl sonsuzluk gibi duygu ve düşünceleri idrak etmekten acizdir. Kendi akıl ve düşüncelerini Allah’ın peygamberler aracılığı ile göndermiş olduğu kutsal kitaplara muhatap ederek onları anlamaya çalışır.
İdrak-i meali bu akla gerekmez zira akıl bu kadar sıkleti çekmez…
Nübüvvet ile insanın gayesinin; “İlahi ahlak ile bezenerek güzel seciyeleri benimseyip aczini anlayarak Allah’ın kudretine iltica etmeyi bilmek” olduğu izah edilmektedir. Enaniyet ve kibir değil Allah’a karşı acizlik ve fakirlik ön plandadır. İnsan zaafını anlayıp Allah’ın kudretine, fakirliğini görüp Allah’ın kudretine dayanırsa hem dünyada hem de sonsuz ahiret yurdunda zelil ve perişan olmaz.
İşte diyanete itâat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; bencil insanlardaki kibir kendi dizginini eline almış dalâletin her bir çeşidini benimsemiştir. Bu zamanda benlik duygusu ne yazık ki insanoğlunun neredeyse yarısını eline geçirmiş ve Allah’ı inkar edecek bir yola sokmuştur.
Halbuki gerçek malikiyeti ve benliği anlamak için şu hususlara dikkat çekmekte yarar vardır: Lehül Mülk, yani: Mülk umumen onundur. İnsan hem Allah’ın mülkü, hem memlukü hem mülkünde çalışan bir varlıktır.
Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde verir: “Ey insan! Sen kendini, kendine malik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Malik, hem Kadir’dir, hem Rahim’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul.
Hem der ki: Manen sevdiğin ve alakadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kainat, bir Kadir-i Rahim’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek. O hem Hakim’dir, hem Rahim’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme” vesselam…