Eskilerde bir dizi vardı. İsmi “Hisarbuselik" orada bir replik de şöyle deniyordu, yağan kara ve soğuğa aldırmadan İstanbul manzarasına bakarak başrol oyuncusu :“Gideceğim bir gün buralardan!” Şehir hayatı kaosun ta kendisi bazen. Dolambaçlı yollarda gidilen , genelde dümdüz bir yolda yürüyemediğimiz bir döngü. Çünkü şehir ruhu gereği karışıktır. Sadelik doğada. Şehir yorar , kırar, döker; doğa ise sımsıcak kolları ile sarar sarmalar huzur aşılar . Ve eskilerde şehrin albenisi çektiği için insanı, şehirlere aslında kaosa göç edilirmiş. Şimdilerde ise gördü, bildi insan, yoruldu biraz da şehrin gürültüsünden. Ve ruhu doğaya dönmekte. Medeniyetin ne olduğunu şehir gösterdi bize ama bunu yaşatmadı yaşatamadı çünkü medeniyet doğaydı....
Yeşil de huzur var. Mavi de huzur. Ancak şehir grinin tonları... Binalar sokaklar beton yığını. Şehirden uzak da bir yerde renklerin tüm tonlarına şahitsiniz. Yeşilin tüm tonlarına... Mavinin tüm tonlarına. “Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür.” Der Erdem Bayazıt. Şehir öldü içimizde; içimizi öldürdüğü için.... Kuşların ölmüş bedenleri sokaklarda, sokak kedileri oradan oraya kaçmaya çalışırken öldürdü şehir, yükü ağır ruhumuzu....
Suç şehrin mi peki? Yoksa insanın mı sahi ? Bozulan dengeler doğanın mı yoksa insan denilen varlığın suçu mu ? Çünkü şehir medeniyetti. Bir nehrin kenarında akan bir yaşamdı şehir. Devletleri oluşturan, yaşam alanı sunan insanın ortaya çıkarttığı bir şeydi. Peki bilebilir miydi insan sonucunun böyle olacağını? Kurdukları medeniyetin zamanla insana bile düşman kesileceğini? Bilemezdi tabii ki... bilemedi de... Ve insanlık suçu işledi kendince , insan... Ama tüm bunlara rağmen doğa ne kadar merhametli bu vahşi varlığa... yüzyıllardır olduğu gibi nasıl da kucaklıyor kalbi kırık bedenini.
Gitmeli şimdi... Tam da şimdi gitmeli...