Gömülen silahların çıkışı

Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak… Ziya Gökalp’in kurduğu formülasyondu ve Türk modernleşmesinin 100 yıllık dinamosu oldu.

Gökalp, kitaptaki yazıları Balkan Savaşları döneminde, felaketin ortasında yazmıştı. Kitap, 1918’de yayınlandı. Tam da yenilginin şafağında…

'Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak’ın öncülü Yusuf Akçura’nın 1904’te Kahire’de yazdığı 'Üç Tarz-ı Siyaset' kitabıydı. Ardılı ise yine Gökalp’in yazdığı 'Türkçülüğün Esasları' oldu.

Osmanlı aydını, en az 100 yıldır, geri kalmışlığın sebepleri üzerine tartışıyor, güçlenen Avrupa karşısında çözümler arıyordu. İki akla gelen formül, Batı’nın kurumlarını taklit etmek olmuştu. Ama 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan süreç, hiç de arzu edildiği gibi sonuçlar üretmedi. Batı’yı taklit etmek, görüntüde Batılılar gibi bir kentli nüfus yaratıyordu ama ne kurumlarda ne de ekonomide arzu edilen değişim gerçekleşmiyordu. Aksine, kurumsal yapı, ilk hâlinden daha da kötüye gidiyordu. Bu sırada Batı’dan gelen milliyetçilik akımları, tüm imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti’ni de tehdit etmeye başlamıştı.

19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınları arasında dört ana eğilimden söz edebilirdik. Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Batıcılar, sorunları yeterince Batılılaşmamaya bağlıyor, daha radikal bir yönelim istiyordu. İçlerinde, “Kurumları almak yetmez, dinimizi de değiştirelim.” diyenler bile vardı. 1839 - 1856 reformlarının olumsuz sonuçları ve Batılıların düşmanca tutumunun giderek keskinleşmesi, bu görüşü marjinalleştirdi.  Akçura’nın, üç tarzı siyaset arasına Batıcılığı katmamasının sebebi de buydu. Batı’yı taklit etmenin bir kurtuluş yolu olamayacağı, az çok anlaşılmıştı.

Akçura, kitabında Türkçülüğü açıkça kayırıyor, potansiyel vadeden bir kurtuluş formülü olarak öne çıkarıyordu. Takip eden 10 yılda yaşanan gelişmeler -ve özellikle de Balkan Savaşları- Akçura’nın fikrini tersinden doğruladı. Türkçülük çok özel bir akım olarak ortaya çıkmasa da İslamcılık ve Osmanlıcılık, devletin siyaseti açısından fiilen uygulanamaz hâle geldi. Osmanlıcılık fikri, Rumların, Ermenilerin millî talepleri karşısında çöküyor; İslamcılık, Arnavutların bağımsızlığına ve Arap isyanlarına direnemiyordu. Türkçülük ise “henüz denenmemiş” bir fikir olarak ufukta parlıyordu.

Ancak Türkçülüğün ideolojik temelleri de bir anlamda Batı’ya, milliyetçilik hareketlerine dayanıyordu. Bunun için Batı’yı tamamen silip atmamak, ona dair yeni bir bakış açısı geliştirmek gerekiyordu. Üstelik Osmanlı toplumunun geri kalmışlığı da inkâr edilmez bir gerçekti. İşte Ziya Gökalp’in “muasırlaşmak” fikri, bu zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Gökalp açısından da en önemli eksen, Türkleşmekti. Ancak bu, İslamlaşmaktan ve muasırlaşmaktan ayrı düşünülemezdi. Yani Türkleşmenin yolu aynı zamanda İslamlaşmak ve muasırlaşmaktan geçiyordu. Bu fikirler, Kurtuluş Savaşı’nın ve genç cumhuriyetin temelinde yer aldı. Fakat kısa bir süre sonra ipler yeniden “Tanzimat kafasının” eline geçti. Muasırlaşmak, tekrar 100 yıl öncesinde kalmış “Batılılaşmaya” dönüştürüldü. Batılılaşmanın ilk işi ise İslamlaşmayı boğazlamak oldu.

Gözden kaçan, belki de özellikle gözden kaçırılan nokta ise İslamlaşma olmadan Türkleşmenin olamayacağı idi. Muasırlaşma fikri ters yüz edilmiş, İslamlaşma rafa kaldırılmış, Türkleşme bitkisel hayata sokulmuştu. Osmanlıcılığın ise objektif koşullar altında zaten yaşama şansı yoktu.

Bir bakış açısına göre fikirler; milletlerin silahlarıdır, yeri geldiğinde kullanılır, yeri geldiğinde gömülürler. Şimdi biz, belki de bir zamanlar toprağa gömülmüş silahların yeniden çıkışına şahit oluyoruz. Kim bilir…