Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak, büyük mücadele verdiği 15 Temmuz FETÖ ihanetinden sonra, “Türkiye uçurumun kenarından döndü!” demişti.
Bir başka tespit de şuydu: “Şayet 15 Temmuz’da halk sokağa inip hainleri püskürtmese idi biz 16 Temmuz sabahı başka bir Türkiye’ye değil, başka bir ülkeye uyanacaktık!”
15 Temmuz aslında hükûmeti devirme operasyonu değil, Türkiye’yi işgal girişimi idi. Çolak Paşa’nın, bu ihaneti bir kırılma noktası olarak görmesi boşuna değildi.
Ağustosun sonunda geri dönüp temmuzu hatırlatmam da boşuna değil.
Demem o ki; sadece kişisel olarak değil, toplum olarak lay lay lom takılma zamanını sekiz yıl önce geçtik, 15 Temmuz’da bu ülke üzerine hazırlanan planların nerelere dayanabileceğini yaşayarak öğrendik.
Darbe girişiminden bir gün sonra Ankara’ya gelmiş, çoğu İstanbul’da “Demokrasi Nöbetleri”ne fire vermeden bir ay katılmış, bulduğum her fırsatta “Belanın büyüğü nereden geldiğini bilmemekmiş. Niye geldi bu bela başımıza?” diyerek konuşmalar yapmıştım.
Bazılarına uçuk gelebilir yahut kimi iktidar vekili arkadaşlarımızın düşündüğü gibi “çok güzel ama gerçekliğe uymuyor” olabilir ama benim kanaatim, sebep olarak başımıza gelenlerin temelinde “Hak” kavramına riayetsizliğimiz vardı.
Devletler ve hükûmetler de insan gibidir. Nasıl ki “İnsan ‘Hakk’a ünsiyeti nispetinde insandır.” ise devletler de ‘Hakk’a yakınlığı nispetinde payidar, hükûmetler iktidar olabilir. Hak kavramına riayet o kadar hassas terazidir ki sadece kendi toplumu içinde uyguluyor olması bile hem devlette hem hükûmette ömür uzatıyor.
Roma’nın imparatorluk olarak, Osmanlı’nın hanedan olarak en uzun ömürlü yapılar olmasının sebebi Roma’nın kendi halkında, Osmanlı’nın da fethettiği topraklarda dahi adalete önem vermesi idi.
Yan demem o ki; hırgürü, kuru gürültüyü, mal ü emval ve dahi ikbal heveslerini neden bir kenara koymamız gerektiğini 15 Temmuz’da yediğimiz darbe ile anlamış olmalıydık. Olamadık. 15 Temmuz’un hemen ertesinde Ankara’da bu ihanetin nasıl kişisel ve hatta kurumsal ranta dönüştürülebileceği konusunda yüksek sesli arayışlar olduğunu görünce “Allah beterinden saklasın!” demiştim.
Beteri geldi kapıya dayandı.
İsrail’in ABD patronluğunda işlediği “satanist soykırım”ın sadece bir başlangıç olduğu, son ucun mutlaka Güney ve Doğu Anadolu’ya uzanacağı, yapılan bütün soykırım planlarının hedefi olarak tam göbeğinde Türkiye’nin olduğu artık ABD’li askerler tarafından bile açıkça dile getiriliyor.
Mardin’de bir yıl yaşayarak yazdığım “Abbara-Bir Umudun Masalı” romanı aslında bir şehir olarak Mardin’i değil tam da bu meseleyi anlatıyordu ama kimse o kitabı bu yönüyle okumak istemedi, Abbara okuyanın üstüne kapandı, Süryani ustaların ince taş süslemeleri arasında kaldılar. Çünkü “Büyük İsrail” rüyası üzerinden Tanrı’yı kıyamete zorlamak hedefindeki “Siyonist-Evanjelik” planlardan bahseden herkes ya hayalci yahut komplo teorisyeni olarak suçlandığı için çok insan bu konuda ağız açmaya çekiniyordu o günlerde.
Zehirlenerek öldürüldüğüne tam kanaat ettiğim rahmetli Aytunç Altındal bu insanlardan biri idi.
Yerim dar, yenim dar, vaktim az, uzatmayacağım.
Sözün özü şu; takkesi olan takkesini, şapkası olan şapkasını, beresi olan beresini, peruklu olan peruğunu önüne koysun ve Filistin üzerinden ülkemize sıçratılan alevi söndürmek için neler yapabileceğimizi düşünsün. En çok da Ankara’da siyaset üzerinden aynî, nakdî ve itibarî ikbal hevesinde olanlar düşünsün. Sadece benim değil sizin de yeniniz, yeriniz dar ve vakit de kalmadı.
İkbalin canı cehenneme! İstikbal yanıyor, haberimiz yok.
Üzgünüm Leylâ!