İnsan hep eskiyi özler en çok da çocukluğunu...

Kırklı yaşları geçmekte olan ben de hala çocukluğumu özlerim. Oynadığımız evcilikleri, Cin Ali’yi, elma gibi kızaran sobayı, mandalina kokusunu, isler bulaşmış çamaşırları, banyo yaptığımız leğenleri, saçımıza taktığımız kurdelaları, dantelli önlük yakalarımızı, en önemlisi de masum kahkahalarımızı özledim. Hani burnunun direği sızlar ya o misal.

Bizlerin dolu dolu oyuncakları yoktu şimdiki çocuklar gibi. Benim bir tanecik plastik bebeğim vardı mesela. Üzerine kıyafetler dikerdim, eskimiş kumaşlardan. Kafasına rengarenk şapkalar örerdim. Evcilik oynardık masanın altında, kavanoz kapaklarını tabak yapardık, mandalina kabuklarını da yemek. Sokaklar bizimdi, her yerde boş arsalar doluydu.

Arabalar yoktu sıra sıra. Top oynardık, uçurtma uçururduk caddelerin ortasında. Hepimizin bisikleti yoktu, bir tur versene derdik arkadaşımıza. Sek sek oynardık, ip atlardık. Sesimizi yükselte yükselte hep bir ağızdan ‘Laleli Belkıs içeriye gel kız, ipten tut dışarıya çık’ diye tekerlemeler söylerdik. Hava kararmaya başlayınca birimiz avucumuzu açar ‘Saklambaç oynayan, kaleye mum diksin, kale kapanıyor elini çeken oynamıyor’ der. Herbirimiz sözde çok gizli, birer yer bulup saklanırdık. En çok da cuma akşamlarını severdik. Ödevlerimizin hepsini bir gecede bitirme yarışı yapardık.

Sonrasında da koca cumartesi ile pazar bize kalırdı. Tatil sabahları da erkenden uyanır, ekmek almaya giderdik. Kardeşlerimizden birini ya da komşu kızını alır, el ele tutuşur bakkalın yolunu tutardık. Yolda mutlaka bir tanıdığa rastlardık, o tanıdık başımızı okşar, annemize babamıza selam söylerdi. Bakkal amcamız cebimize bir şeker sıkıştırır, biz de sallana sallana, yolumuzu uzata uzata evimizin yolunu tutardık. Ekmeğin ucunu da bir güzel yerdik. Ne mutlu çocuklardık biz , her güzel şey için zamanımız vardı. Okula giderdik, sokaklarda ter içinde kalana kadar oyun oynardık, çekinmeden de komşumuzun kapısını çalıp su içerdik.

Karnımız aç olduğunda da sofralarına bir güzel oturup, tıka basa doyardık. Samimiydik, iyimserdik, akraba ziyaretlerine giderdik. Büyüklerimizin ellerini öper, hal hatır sormayı da çok iyi bilirdik. Bayram arefesinde ellerimize kına yakardı annelerimiz. Ellerimizi sıkıca yumar, bir bezle sarar, o küçük parmaklarımızı sabaha kadar açmadan uyurduk. Kırmızı rugan ayakkabılarımız da vardı gerçekten. Bayram sabahları, büyüklerimizin ellerinden öper, gıcır gıcır paraları toplayıp lunaparka koşardık. Kardeş kardeşe ya da tüm komşu çocuklarıyla önce atlı karıncaya, gondola, dönme dolaba en son da çarpışan arabaya binerdik. Eee özlenmez mi bu çocukluk. Doya doya şimdinin deyimiyle dibine kadar yaşadık.

Bir de bacaklarımızdaki yara kabukları vardı. Her gün düşüp kalkmaktan bir türlü iyileşmezlerdi ki. Çok düşerdik yükseklerden, bisikletten ama kendi kendimize kalkardık. Annelerimize bile söylemezdik. Oksijen suyu sürer, köpürmesini bekler sonra da tam ağlayacakken gülerdik. Cesurduk, korkusuzduk. Siyah beyaz televizyon vardı o zamanlar, herkesin evinde de yoktu. Özellikle cumartesi akşamları bir komşunun evine giderdik çünkü haftasonları Türk filmi olurdu.

Filmin ortasında uyuya kalırdık mutlaka. Evimize de öyle kucakta filan gitmezdik, gözlerimiz yarı açık yarı kapalı yürürdük. Çok mutlu çocuklardık çok. Ağlamayı da gülmeyi de çok iyi bilirdik. Güçlüydük, sorumluluk sahibiydik, sosyaldik, istediklerimizi söylemeye çekinmezdik en önemlisi de özgürdük. Şimdiki çocuklar için çok ama çok üzgünüm, yaşadığımız bu güzel hayatı onlara yaşatamadık, onlar bizim gibi korkusuzca koşamadılar, oyunlar oynayamadılar. Affedin bizi yeşilinizi yok edip sizi betonlar arasında büyüttüğümüz bilgisayarlara mahkum ettiğimiz için geleceğinizi çalıp size mutsuz bir yaşam verdiğimiz için affedin bizi...