İslam'daki İnsan Hakları Çıkara Değil Sevgiye Dayalıdır


Bir an durun ve düşünün! İnsan ölüyor ve hala silah öretiliyor, anlamıyorum ki, sevgi neyinize yetmiyor... Demek ki sorunları çözeceke olan silah veya güç değil. Sevgisiz insan kötü insandır. Kötü erkek kadını; kötü kadın çocuğu döver ve bu bireylerden oluşan toplum, şiddeti çözüm aracı kılmaya başlar ki o zaman da insandan zarar görmemiş tek canlı, daha dünyaya gelmemiş canlı olur.

Peki, gerçek sevgi hangi sevgidir? Gerçek sevgi; irade dışı gerçekleşen duygunun adıdır. Yani çıkara göre yön ve taraf değiştiren değil. 

Bilindiği gibi yıllardır dillerden düşmeyen bir insan hakları beyannamasidir gidiyor.  Fakat dünyanın hali ortada.

Oysa insana verilmesi gereken gerçek değerin inşası için verilen çabayı bir yana bırakın, 1438 yıl öncesinden ‘kuşu öldü diye bir çocuğa başsağlığına yani taziyesine giden’ ve ‘Hayvan sağanlar tırnaklarını kessinler, sağım sırasında uzun tırnaklarla hayvanların memelerini kanatmasınlar.’ Mola esnasında ‘hayvanların istirahatını ibadetten önceleyen’ hayvanın fazla sağılması ona zarar vereceğinden, ‘mekruhtur’ diyen bir peygamberin ümmeti ve dinin mensupları, nasıl olur da insan hakları konusunda duyarsız, bigâne kalır? Biganâne kaldığını söylemek akıl karı mı? 

Böylesi bir kültürün mensupları, nasıl olur da insan haklarını başka kültürlerden öğrenecek kadar duyarsız kalabilir? Bu mümkün mü?

Fakat ne yazık ki günümüze baktığımızda huzur ve adalet islamda olduğu halde günümüz müslümanların coğrafyasında huzurdan eser yok şimdi. Bu da bize bir yerde bir yanlışın olduğunu göstermektedir.

Tabi tarihinden habersiz olan veya tarihini yanlış (kişilerden) bilen (öğrenen)bir toplum, kendini yani kendi tarih ve kültürünü küçük veya yetersiz gören bir topluluk oluşturur. Dini konuşup dinin gereği gibi davranmayan, dominant kültürün etkisinde kalıp özüne yabancılaşan, dahası kendi kültürüne burun kıvıran bir toplumun yetiştireceği bir nesil; atalarını tanımayı ve kültürünü öğrenmeyi dert etmemektedir. Örneğin: Asrımızda Tales’ten Marks’a, Aristo’dan Hegel’e, Dar’den, Nietzsche’ye kadar tüm felsefecilerin hayatını ve felsefe doktrinini öğrenmeyi; bir paye veya ‘elit’ olmaya mihenk/ölçü edinen bir aile yapısı mevcuttur. Bu, çocuklarını Gazali’den, Ömer Hayyam’dan, Farabi’den, İbn Rüşd’ten, Ahmet Yesevi’den, Ahmed-î Hanî’den, Feqiyê Teyran’dan, Şafii’den, Ebu Hanife’den habersiz bırakmayı; ilericilik sayan ‘sakat’ bir anlayıştır...

Bu aile yapısı; doğuyu okumayı çocuklarına; ‘kendilerini gerici ve küçük bırakacağı’ fikrini dayatabilmektedir. Bu da kendine ait olanı ‘küçük’ görmeyi çocuklarının bilinçaltına yerleştirmekte ve çocuğun kökleriyle irtibatını kesmeye yol açabilmektedir. Köklerinden ayrılan köklerine yabancı kalır, hatta kökleriyle ters bile düşebilir.