“Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, ‘Herkes benim gibi berbattır’ diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor”
“Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. “Lataknetü min Rahmetillah-Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız...”
Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan-kanser” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemâlâta mâni ve “ben kulumun güzel zannı üzerineyim” hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
“Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının membaıdır”. İşte burada insanın yaşam kaynağı ve mutlu olmasının sırrı kalp, ruh ve vicdan gibi cihazların iman ve ibadet gibi gıdalar ile beslenmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bunlar olmadan insanın maddi ve bedeni rahatlıklar içinde olması bir şey ifade etmez. Hem insanı hem toplumu bitiren ve tüketen yegâne hastalık ve zehir ümitsizlik olduğu gibi insanı ve toplumu ayağa kaldırıp hayatlandıracak yegâne ilaçta iman ve ibadetten gelen ümit ve şevktir.
İşte o zamanlarda söylediği sözlerden bir başkası şudur: “İstikbalde hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim olacak, yalnız İslamiyettir”. Devletin çökmüş olması ve işgal altında olmasından fevkalade üzgün ve ciğeri yanmış gibi feryat ederek diyordu ki:
İslâmiyetin özünü terk ederek kışrına ve zahirine nazarımızı çevirdik ve aldandık. Kötü düşünceler ve ümitsizlikle İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti saygıyı ifa edemedik. Ta, o da bizden nefret ederek evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.Hem de böyle olması gerekirdi ve hakkı var. Zira biz İsrailiyyatı yani hurafeleri İslam’ın usulüne, hikâyeleri akaidine ve mecaz ifadeleri gerçeklere hakikatlerekarıştırdık. Maalesef İslamiyetin kıymetini takdir edemedik. İşte İslamiyet de ceza olarak bizi dünyada zillet ve sefalet içinde bıraktı.
Bizi kurtaracak ise yine Allah’ın merhametidir.
Öyleyse, ey Müslüman kardeşler! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. Özür dileyeceğiz. Elbirliğiyle sadakat elini uzatacağız, biat edeceğiz. İslamiyetin güçlü eline sarılacağız.
Hem de pervasızca ilân ederim ki; Beni geçmiş asırların fikirlerine karşı mübarezeye, heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak, toprakta gizlense dahi yeniden doğacaktır. İslam’a taraftar olan ve benimseyenler muzaffer olacaklardır. “Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıtasında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslamiyet’tir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur”, vesselam…