Kayseri’den El Bab’a yayılan kışkırtmaların arka planı

Tam da Türkiye gri listeden çıkmışken tam da Irak’la Kalkınma Yolu Projesi’ni kotarmışken tam da Esed ile sığınmacılar konusunda diyalog kapıları açılacak umuduna kapılmışken görünmez bir el, Kayseri’den Kilis’e oradan El Bab’a harekete geçti.

‘Amaçlanan neydi?’ diye soracak olursanız birincisi, dünyaya Türkiye’nin istikrarsız bir ülke olduğu izlenimi vererek, yatırımcıyı ülkemizden uzaklaştırmak. İkincisi, sığınmacılar konusunda on küsur yıldır halkta var olan bazı ön yargıları kullanarak ülkemizde asayişi bozmak daha da önemlisi ırkçı bir damar yaratmak. Üçüncüsü, Türkiye'nin desteklediği Esed muhalifi Özgür Suriye Ordusu’nun olası Ankara-Şam normalleşmesinden endişelenerek Türk bayrağını yakması ile Türkiye’nin kontrol ettiği bölgelerde Ankara’nın elini zayıflatmak. Dördüncüsü ve belki de en önemlisi, milliyetçi kesimlerin galeyana gelmesi sağlanarak kitlelerin sığınmacılara karşı davranışlarının değerlerimizden koparak kriminalize edilmesi. PKK ve onun uzantısı DEM’e karşılık, sağcı bir ultra nasyonalist örgütlenmeye zemin hazırlanması da amaçlardan birisi olabilir.

Başta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, İçişleri Bakanımız Ali Yerlikaya olmak üzere tüm yetkililerin özellikle kışkırtma ve dezenformasyona dikkat çekmeleri çok önemlidir. Sonuçta Esed ve Erdoğan’ın Moskova ve Tahran’ın desteğiyle bir araya gelmeleri olasılığı, birilerinin işine büyük bir çomak sokacağı için biz Türk halkı olarak bir anda olmadık gelişmelere şahitlik ettik. Küçük bir kıza taciz olayı, Türk bayrağının yakılması gibi Türk halkında galeyan yaratacak gelişmeler, Türkler ile Suriyeliler arasında nefret tohumları atmak amaçlıdır. Bu oyuna gelmemeliyiz. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Arap dünyasına sırtını çeviren Türkiye, kendisini her daim Batı coğrafyasında konumlandırmıştır. Fakat ne yazık ki Türk halkında, “ara/arafta kimlik” veya “sandviç kimlik” ortaya çıkmış, Latin alfabesinin kabulüyle insanlar geçmişlerinden kalan mirasa yabancılaşmıştır. Söz gelimi, Körfez bölgesine 1980’lere kadar üst düzeyde bir resmi ziyaret yapılmamıştır.

İslam Konferansı Örgütü’ne, Türkiye laik bir ülke olduğu gerekçesiyle başbakan düzeyinde değil de dışişleri düzeyinde katılım sağlamıştır. Velhasıl, iş o kadar aşırı boyutlara varmıştır ki Suriyeli sığınmacılarla ilgili olumlu bir kelam ağzınızdan çıktığı vakit doğrudan hükümet yanlısı ve Arap sevici olarak damgalanmanız işten bile değildir. Peki, bu durumda ne yapacağız? Geçmişte, Fetö’cülerin de kurumlara sızmış oldukları dönemden beri devletin yaptığı hatalar yumağıyla halkın çok da haksız olmadığı şikâyetlerine kulak mı tıkayacağız? Elbette hayır. Ancak şimdiye kadar Ankara, halkın arasında kabul gören bazı kemikleşmiş yanlış kanıyı ve görüşleri (Söz gelimi, Suriyelilerin parasız devlet hastanelerinde tedavi edilmeleri vb. gibi) bertaraf etmekte başarısız olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Geri Kabul Anlaşması’dır. Merkel’in birkaç ay içinde koltuğunun altına dosyaları koyarak beş defa Türkiye’ye gelmesi ve 2016 yılında geri kabul antlaşmasına Ankara’yı razı etmesi de aleyhimize olan başka bir örnektir. Her ne kadar bu antlaşmadan dolayı Merkel de kendi ülkesinde linç yemişse de bana göre Davutoğlu’nun beceriksiz Suriye politikalarından sadece bir tanesidir.

Zira antlaşmanın en önemli amacı, düzensiz göçmenleri Türkiye’de tutup onun yerine düzenli yani pasaportu olan, yurt dışına daha önce çıkmış, mesleği ve parası olanları Avrupa’ya çekmek olmuştur. Bu anlaşmanın ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak sözün özü, son yaşananlar bize göstermiştir ki Suriyeli sığınmacılar konusu da dâhil olmak üzere, pek çok konuyu ancak Esed ve Erdoğan aralarında diyalog kurarak çözebilirler, bunun aksini düşünmek ise kanımca abesle iştigaldir.