Kılıçların gölgesi

Kara Harp Okulu Mezuniyet Töreni’ndeki teğmenlerin, alternatif yemin etmeleri üzerine başlayan tartışmalarla bir darbenin yıl dönümüne ulaştık. Bugün 12 Eylül. Toplumu derinden sarsan, siyasi geleneğimizi sıfırlayan, demokrasimizi biçen, kanlı ve kirli bir darbenin yıl dönümü.

Teğmenlerin yemininden nasıl olup da bu kadar endişelendiğimizin izahını, 44 yıl önceki darbenin geride bıraktığı dehşet tablosunu hatırlayarak yapabiliriz.

Yemin tartışmalarına,12 Eylül’ün aynasından bakalım; idamların, sürgünlerin, hapislerin, kovuşturmaların, baskıların, yasakların ve adını koyamadığımız bin türlü sıkıntının aynasından…

Gerçek hasar tablosu

12 Eylül Darbesi’nin görünen, sayılarla gösterilebilen bir hasarı var. Oysa gerçek hasar çok daha büyük ve derin. Üstelik hasar tablosunu eksiksiz çıkarmak da kolay değil. Onun için takvimde, 12 Eylül’den epey geriye gitmemiz ve ucu açık biçimde, 12 Eylül’den ileriye doğru, epey iz sürmemiz gerekiyor. İki örnekle açmaya çalışayım.

70’li yıllar boyunca, darbeye giden yolun taşları döşenmişti. Uzun yıllar, sağ-sol çatışmalarını önlemek için yeterli gayret gösterilmedi. Hatta sokaklardaki yangın körüklendi, genç ölümlere göz yumuldu. 

Memleketin gençleri ikiye bölünmüştü. Gençlerin ellerine verilen silahlar, akşamdan sabaha el değiştiriyordu. Kavga tırmanıyor, kanlı bilanço kabarıyordu. Özellikle şehirlerdeki günlük hayat kâbusa dönmüştü. Bu süreçte çok kayıp verdik, çok acı çektik. Bunca kayıp, toplumu, askerî iktidarı kabul edecek kıvama getirmek içindi. 1980 yılının başına gelindiğine artık açıktan darbe çağrıları yapılıyordu. Ve netekim…

Darbe şartlarının olgunlaşması için başvurulan bu sinsi, bu alçak taktiğin bedelinin darbenin hesabına yazılması gerekmiyor mu? Elbette gerekiyor. Ancak yazılmadı.

İkinci örnek 12 Eylül sonrasından. Diyarbakır Cezaevi, darbenin yüz kızartıcı eserlerinden (!) biridir. Cunta yönetimi cezaevine hukuku, insan haklarını sokmadı. Merhametin zerresi yoktu. Uygulanan baskı, şiddet ve işkence; ölümlere, sakat kalmalara sebep oldu. Orada ekilen fitne tohumları, yıllar boyunca zehirli meyveler vermeye devam etti. Peki, bütün bunların dökümü nasıl yapılacak?

Bu dökümler, darbenin günahına eklendiğinde tablo ne hâle gelecek?

Mesele sloganın kendisi değil

Bugünün tarihine referansla 12 Eylül’ü konuşuyoruz. Oysa 12 Eylül, gördüğümüz ne ilk ne de son darbe! 15 Temmuz 2016’daki ‘hain işgal girişimi’ neredeyse daha dün. ‘Kripto’ kavramını yaygın kullanmaya başladığımız o günden bu yana çok daha tedirginiz.

Buradan bakıldığında, kılıç çatmanın oyun olmadığı apaçık görünüyor. Kep atmaya hiç benzemiyor. Mezuniyet coşkusunun, anlık heyecanın payı düşülsün tabii. Ancak mutlak masumluktan söz etmek de zor. Askerlikten disiplini, emir komuta silsilesini çıkartırsak geriye ne kalır? Bu sorunun cevabını bulamıyoruz.

Dolayısıyla, “N’oluyor?” sorusunu sormak hakkımız. Biz sormasak da hafızamız soruyor. Biz sakin kalmaya çalışsak da travmalarımız ayaklanıyor.

Mesele, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganının sözlük anlamı değil. Sloganın zihnimizdeki çağrışımlarının hiç iyi olmaması.

Mesele, yakın tarihimiz boyunca, darbe heveslilerinin, bu sloganın arkasına saklanmış olmaları. Mesele, darbelerden çok çekmiş olmamız.

Mesele, darbeyi çağrıştıracak en küçük bir kıpırtıya bile tahammül edemiyor oluşumuz.