Lozan’a Giden Yolda İngiltere'nin İkiyüzlü Politikası

Lozan Anlaşması, Türkiye’ye vurulmuş bir prangadır. Daha 10 yıl geçmeden bu anlaşma delik deşik edilmeye başlanmış ülkemize çizilen dar kalıplar kırılmaya başlamıştır. Boğazlar ve Hatay geri alınmış ve bu süreç hala devam etmektedir.

Lozan Anlaşmasının genel mahiyeti hakkında bilgi vermek suretiyle Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada egemenlik haklarını elde etme konusunda nasıl bir çaba verdiğini ve vermesi gerektiğini yazılarımızda izah etmeye çalışıyoruz. Lakin konuyu karşı taraftan ele alacak olursak yani özellikle İngiliz siyaseti açısından değerlendirebilirsek daha doğru sonuçlara varmamız mümkündür.

Öncelikle Lozan Anlaşmasının İngilizlerin kontrolünde cereyan ettiğini ve İngiliz menfaatlerinin korunmuş olduğunu buna karşılık Türkiye’nin birçok konuda hayal kırıklığına uğradığını bilmek gerekiyor. Nitekim kurucu meclisimizin bu anlaşma metnini kabul etmeyeceği bilindiği için Türkiye’de ilk seçimler yapılmış Halk Fırkası yani bugünkü adıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayları neredeyse her yerde milletvekili olarak seçilmiş ve büyük itirazlara rağmen Anlaşma Meclis’te kabul edilmişti.

Lozan Müzakereleri 24 Temmuz 1923'e kadar devam etti ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlandı. Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve imzalanmıştır.

Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923'te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923'te, İtalya tarafından 12 Mart 1924'te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924'te imzalanmıştır. Birleşik Krallık'ın anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Yani neredeyse bir yıl sonra Türkiye’de halifelik kaldırıldıktan sonra Anlaşma, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Lozan’ın Türkiye’yi belirli bir kalıbın içine sokmak ve bunun dışına çıkmasını önlemek maksadı ile yapıldığını anlamak için İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un konuşmalarına dikkatli bir şekilde  bakmak gerekiyor. Bu sayede İngiliz siyasetini ve Türkiye üzerindeki emellerini daha iyi bir şekilde anlayabilmek mümkündür.

Curzon ısrarla yeni Türkiye'nin Asya merkezli bir devlet olması ve başkentin Anadolu'da bir yere taşınmasını istiyordu. Ona göre yeni başkent Bursa, Konya veya Ankara olabilirdi. Çünkü İstanbul Müslümanların siyasi gücünün sembolüydü.

İstanbul'daki Padişah, halife olarak İngiliz İmparatorluğundaki Müslüman nüfus için en önemli tehdit olan “İslam Birliği” anlayışının temsilcisiydi. Bu durum İngilizlerin kontrolü altındaki Hindistan’da büyük bir tehlike meydana getiriyordu. Nitekim Müslüman kadınlar her fırsatta kollarındaki bilezikleri satıp Anadolu’daki milli mücadeleye destek olmaya çalışıyorlardı.

Eğer Padişah İstanbul'da bırakılırsa, Müslüman dünyası, Osmanlı devleti’nin gerçekten mağlup olduğuna inanmayacak ve aynı anda hem tepkilerin hem de İngiliz İmparatorluğu adına gelecekteki sorunların merkezi haline gelebilecekti. Başkentin taşınması Müslümanların elindeki bu yüksek prestiji ortadan kaldıracaktı.

Hilafeti, o tarihte Dünya'daki en büyük Müslüman nüfusa sahip olan İngiliz siyaseti için tehdit olarak gören Curzon, Türkiye'nin İslam dünyası üzerindeki nüfuzundan ve iddialarından vazgeçmesini istiyordu. Daha doğrusu kendi içine kapanık ve böylece İngiltere için bir daha asla sorun haline gelemeyecek bir Türkiye işlerine geliyordu ve uzun yıllar boyunca bu arzuları aynen gerçekleşecekti.

Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun eski Hindistan Genel valisi olan Curzon, Hindistan'daki 70 milyon Müslüman ile Afganistan, Mısır ve Arabistan'daki diğer Müslümanlardan endişelenmekte çok haklıydı. Bir oyalama ve aldatma siyasetine ihtiyaç bulunuyordu. Bu maksatla yani İngiliz çıkarlarının devamı ve çeşitli endişelere son vermek için işgallere son vermek ve Anadolu'yu Müslüman Türklere bırakmak gerekiyordu. İzmir işgali yanlış bir karardı. Fransızlar ve İtalyanlar da bölgeyi derhal boşaltmalıydılar. Nitekim bu konudaki baskılar sonuç vermiş ve işgaller bir müddet sonra sona erdirilmişti. Ancak yeni Türkiye; Arabistan, Irak, Suriye, Filistin ve Ermenistan ile ilişiğini de kesmeli ve onlardan ayrıştırılmalıydı. Zaten Mekke ve Medine’nin kaybedilmesi diğer Müslüman milletler üzerindeki prestijinin elinden alınması yeteri kadar sert bir darbe olmuştu. Fakat yeterli değildi.

Bunun için Müslümanların Hıristiyan dünyası üzerindeki zaferin bir sembolü olarak Ayasofya da geri alınmalıydı. Hiç olmaz ise dini kullanımı olmayan uluslararası bir anıt haline getirilmeliydi.

Curzon’un takip ettiği politikanın büyük bir kısmı hayat bulmuş ve gerçekleştirilmişti. Fakat bu ülkede yaşayan insanlar 2022 yılına geldiği halde bu acı gerçekleri hala anlayamamışlardır, vesselam…