Elimde bir kitap var. Adı “Narkoz”. 2017 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Fikir Ödülü” almış. Yazarı Prof. Dr. Mete Gündoğan. Kendisi bendenize hısım olur biraz; zaten kitabı da tıp fakültesinde öğrenciliğinden başlayıp Kanada’daki akademisyenlik ve kesin dönüş macerasından beri bizimle irtibatını hiç koparmayan ve bir anlamda evimizin kızı olan kardeşi Doç. Dr. Münire Gündoğan getirmişti. Bendeniz ona kendi ağabeyimin, iki cihan saadetim Ahmet Özhan’ın makalelerinden oluşan “Ses, Söz, Sevgili” kitabını imzalatıp hediye ettim, Münire de mütekabiliyet esastır diyerek ağabeyi Mete Gündoğan’ın Narkoz kitabını getirdi. Bu kadar gevezeliği, sizden bir geri dönüş olmayacağını bildiğim için, nefsime övünç payı olsun diye ediyorum.
Bendeniz için övünç ama kendisinin asıl önemi benimle hısım olması değil; TÜBİTAK, DPT, TAI gibi kurumlarda üst düzey yöneticilik yapmış bir bilim adamı olmasının yanı sıra merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı sırasında ona danışmanlık yapması ve henüz bütün yönleri tam olarak anlatılamamış bir döneme şahitlik etmesi. Destek Yayınlarında 21 baskı yapmış kitabı da bu nedenle okunması gereken bir tanıklık ve tespitler bütünü.
Kitabın ilk sayfalarında merhum Erbakan’ın Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Mısır ve Nijerya ile birlikte kurduğu D8 Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın kuruluş hikâyesi anlatılıyor. Bu çaba sırasında ele geçirilen ABD Dışişleri Bakanı Warren Chiristopher’in şifreli mektubundan söz ediyor. ABD Dışişleri Bakanı bu mektupta Erbakan hükûmetinin kendi çıkarlarına aykırı işler yaptığını belirterek ve hükûmetin düşürülmesi, Erbakan’ın uzaklaştırılması için TSK’nın devreye sokulması başta olmak üzere hangi stratejilerin uygulanması gerektiğine dair muhataplarından raporlar istiyor.
28 Şubat denilen TSK-medya post-modern darbesini, Erbakan’ın hükûmetten ve siyasetten uzaklaştırılmasıyla başlayıp yıllarca devam eden ahlaksız, insafsız, alçaklık döneminde olup bitenleri yaşayanlar hatırlar.
Bendeniz o darbeden payını almışlardan biri olarak çok net hatırlıyorum ve medya denilen çamur deryasında bizim çakalların apoletlilerle nasıl dans ettiklerini çok iyi biliyorum. Omurga olmadığı için en kıvrak dansı yapan zaten medyada sonsuza dek hatırlanacak bir fenomen olup çıktı ve hâlâ ekmeğine 28 Şubat tereyağını sürmekle meşgul.
Aynı çakallar bugün de Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’i hedef tahtasına oturtarak benzer çamur dansını yapmakla meşgul. Neden? Çünkü Yusuf Tekin yasa dışı kaçak Fransız Okullarının Türkiye’yi bir sömürge gibi kullanarak iş yapmalarına izin vermek istemiyor. Yani adam yapması gerekeni yapıyor ve bizim mama çetelerinin eliyle beslenmiş azgın sokak köpeklerinden tek farkı iki ayak üstünde yürümeleri olan bizim medya çakalları tarafından taciz ediliyor.
Bu çakalların parçalayıp yok etmek istedikleri, Millî Eğitim Bakanlığı’nın icra sahası değil Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve bütünlüğüdür. Bu kadar açık ve bu kadar net! Onlar elbette bu kadar açık ve bu kadar net söyleyemeyecekler niyetlerini, o yüzden bu taraftaki birtakım yanlışlıkları; hatta daha açık söyleyeyim, bazı dangalaklıkları topyekûn saldırıya bahane olarak kullanıyorlar.
Peki kabahat onlarda mı? Elbette hayır. Çünkü onlar esiri oldukları ontolojik yapının, kendi nefislerinin narkotik doğasına uygun davranıyorlar. Sözleri ile özleri arasında bir fark yok. Fark da kabahat de bu tarafta.
“Ey iman edenler, iman ediniz!” hitabına kim muhatap ise kabahat onda!
Bitmedi Leylâ! Devamı gelecek!