Narin’den sonra ne değişmeli?

Narin, sadece bir aile değil bir köy tarafından katledildi. Onlarca kişi, fikir birliği ve iş birliği içinde bu suçu işledi, suçu örtbas etti, jandarmayı yanlış yönlendirdi, delilleri kararttı… İnsanın aklının, mantığının almadığı bir duruma şahit oluyoruz. Nasıl oluyor da bir köyün neredeyse tamamı, örgütlü bir kötülüğü bu kadar soğukkanlılıkla gizleyebiliyor, yalan beyanda bulunabiliyor? Daha ilk günden beri binlerce jandarma, adli kolluk ve kamu görevlisi, bakanlıklar, yüzlerce basın yayın organı, gazeteciler, muhabirlerin varlığı karşısında bir grup insan, nasıl bu kadar direnç gösterebiliyor? Tutuklanan, gözaltına alınan veya alınmayan, ifadelerine başvurulan onlarca insanın bu direncinin kaynağı, kamu otoritesinden daha güçlü nasıl olabilir?

Gün geçtikçe kamuoyunun kafası daha karışık hâle geliyor, insanların psikolojisi bozuluyor… Soruşturma artık herkesin, her türlü yorumu yaptığı reality programına dönüştü. Kamuoyu, her gün, birbiriyle çelişen bilgilerle karmakarışık hâle gelmiş iken gerçekten suçluların tespit edilerek adaletin sağlanacağı konusunda derin kaygıları da beraberinde getirmiştir.

Ceza yargılamasının tüm aşamalarını 85 milyonla her gün, her dakika, tüm televizyon kanallarında, sosyal medyada, yazılı basında, tartışmanın amacını aştığını görmek gerekir. Toplumsal duyarlılık, özellikle çocuklar söz konusu olduğunda çok değerli ve duyarlılık ne kadar çok olursa çocuklarımız için o kadar iyi olduğunu biliyoruz. Ancak cinayeti nasıl, kim, nerede, ne zaman işlendiğini değil, daha geniş bir perspektiften yaklaşarak değerlendirmezsek ve çoğu da yanlış haberlerden oluşan bilgi kirliliği içindeki ilginin, yararını değil zararını görürüz. Hukuki ve adli değerlendirmenin yanında, konunun toplumsal etkileri ve sebebi olan dinamiklerini geniş boyutuyla konuşmamız gerekiyor. Kaybolan ailevi değerlerimizden, bölgesine göre değişen sosyolojimizden, ortak vicdandan uzaklaşmadan söz etmek gerekir.

Örneğin bu olayda, belki benim bölge insanı olmam nedeniyle, şüpheli amcanın aynı zamanda muhtar oluşu, olay örgüsü içinde en dikkatimi çeken detaylardan benim için. Muhtarlık kurumunu, bir kez daha masaya yatırmamızın en önemli anlarından birini yaşıyoruz.

Bu konuda genelleme yapmak ve bir genelleme üzerinden Türkiye’deki 53 binden fazla muhtarı rahatsız etmek gibi bir niyetim yok. Ancak bugüne kadar şahit olduğum, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki trajedi, hukuksuzluk, adaletsizliklerin bir yerinde, istisnasız değil çoğunlukla muhtarlar vardı. O yüzden, ben bu konuya kendi hafızam ve tecrübelerim üzerinden bir okuma yaptığımda, ne yazık ki bazı muhtarların hoşuna gitmeyebilir. Bu coğrafyada, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerindeki muhtarlık, despotik bir kurumun ötesine geçemedi.

Muhtarlık, merkezi hükûmetin en küçük idari birimi, muhtar da o kamu otoritesini temsil eden mahalle veya köyün tek idarecisi konumunda. Peki, asıl görevleri köy ahalisinin ihtiyaçlarını karşılamak olan bu yapı, nasıl bazı bölgelerde despotik bir hâle dönüştü? Faydadan çok muhtarların zararlarını görmüş bir bölge insanı olarak, şu günün şartlarında artık gerekliliklerini değil külfetlerini konuşmak gerekiyor.

Bugün, ikametgâh gibi pek çok resmî evrak e-Devlet’ten alınabiliyor. Evde olmadığımızda gelen tebligatları almak dışında, pek bir fonksiyonları kalmadı. Kamu bütçesinden ayrılan paraya baktığımızda maaşları, muhtarlık binalarının giderleri ve ayrıcalıkları bir sorun olarak görülür.

Doğu coğrafyasında, en sevdiğim yapılardan biri olan ve yüzyıllar boyu aynı kök ve atadan gelen binlerce insanın, kan ve akrabalık bağına dayalı olarak kurdukları, “aşiret” olarak bilinen geniş aileler vardır. Maalesef muhtarlık yarışları, bu yapıyı bölüp parçaladı. Geniş aileleri, dost komşuları, diğer aileleri birbirine düşüren hâle geldi. Aşiret geleneğinin iyi taraflarını bozup Orta Çağ döneminin feodalizmine sürükleyen, bir kısım muhtarların kötülüğü oldu. Feodalizm gibi görünen bu yapılar, geniş aile geleneğinden gelen, birbirine akraba, kardeş, amca, kuzen, yeğen olarak yakınlıkları olan binlerce insan; birbirinin sıkıntısından, mutluluğundan haberdar olan, derdini paylaşan, mutluluğu da çoğaltan insanları, siyasi mobilizasyona kurban etti. Hazine arazileri köylüye, köylünün zilyetlik durumuna göre mülkiyet hakkı verildiğinde ne hikmetse, muhtarların tapulu arazisi herkesten fazla oldu. Kadastro çalışmaları bir köye girdiğinde tanığı getiren onlar oldu, beyanda bulunan da onlardı.

Ta 2.Mahmud döneminde güvenlik nedeniyle kurulan muhtarlıklar, yasal dayanağını, 1924’te yapılan ve neredeyse hiç değişmeyen Köy Kanunu’ndan alıyor. 2012 yılındaki değişiklikle Büyükşehir Belediyesi Kanunu olarak bilinen kanunda, köyler, mahalle statüsüne döndü ancak muhtarlık idari birim olarak devam etti. Ve hâlen, kendi içinde kümelenen ve çoğunlukta sayısal olarak en fazla olan ailenin içinden seçilen dede, baba, oğul olarak devam eden bu yapı, Narin cinayetinden sonra dikkat çeker diye düşünmüştüm. Binbir senaryonun konuşulduğu Narin cinayetinde baş şüpheli olan amcanın aynı zamanda muhtar oluşu, bu olayda ve olayın akışında en belirleyici unsur olarak karşımıza çıkıyor. Tavşantepe Mahallesi daha önce köy iken, köyün muhtarının yine Salim Güran’ın babasının olduğu bilinmekte. Köyde hâlen mülkiyet ve arazi meselelerinin bitmediği, hatta 2011 yılında öldürülen kardeş Güran’ın da bu arazi meselesi yüzünden öldüğü konuşulmakta.

Narin’den sonra ne değişmeli? sorusunun cevabı, tabii ki ‘önceliğimiz çocuklarımızı korumanın yol ve yöntemleri, kapalı aile yapılarındaki çocukların daha korunaklı hâle getirilmesi’. Ancak acilen “muhtarlık” kurumunun bölgesel olarak tekrar bir masaya yatırılması gerekecektir.