Ayakların baş olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Sadece Cumhuriyet döneminde değil; Osmanlı’nın son 200 senesinde de adına “dönme” de denilen gayrimüslim azınlıkların tahakkümü altında yaşıyoruz.
Bunlar kendilerine “Türk” ismi vererek gerçek Türkleri ve Müslümanları ezmektedirler. Bunun en son örneğini 28 Şubat 1997 döneminde görmüştük. Sırf eşi başörtülü diye yüzlerce askeri ordudan attırmışlardı. Yetmedi hızlarını alamayıp yine onbinlerce başı örtülü memuru kamu kurumlarından uzaklaştırma tehdidi ile başını açtırmışlardı.
Peki, bunu nasıl yaptılar? Sadece ele geçirmiş olduğu askeri kurumlar, medya, yargı ve kurumları aracılığı ile mi?
Hayır. CHP içinde örgütlenerek bu partinin üst yönetimini asla kimseye bırakmayarak bunu başardılar. Halkın parası gasp edilerek kurulan İş Bankası’ndan niçin vazgeçmediklerini anlayabilmek için bu yazıyı dikkatle okumak gerekiyor…
Milli Mücadele esnasında hatta Misak-ı Milli’nin ilan edilmesinde Osmanlı Devletinin Kanunu Esasi’si yani Anayasası geçerliydi. Hatta anayasanın ikinci maddesi “Devletin dini İslam’dır” şeklindeydi. Öncelikle bunu değiştirdiler. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesini çıkardılar. Bir de utanmadan “kurucu değerlere dönelim” diyorlar ya! İşte bunlara ne söylense azdır…
Anayasa değişiklikleri tek partinin yönetimi altında halka danışılmadan tam gaz devam etmiştir. Örneğin “Türk” tabiri getirilerek gayrimüslim azınlıklar yani Ermeniler, Rumlar ve Yahudileri de içine alacak şekilde bir vatandaşlık tanımı yaptılar.
“Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” ibaresiyle “dönme” adı verilen başka inançtan kişiler, bir anda “Türk” oluvermiştir. Soyadı kanunu da getirilince geçmişten gelen bütün izler silinmiş “on yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” marşı söylenmeye başlamıştır. İşte bundan sonra “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü devlet yöneticilerinin ağzında pelesenk olmaya başlamıştır.
Aradan yıllar geçtiği halde hala unutamadığım bir hatıramı anlatayım.
Deniz Kurdu Tatbikatı arasında liman ziyareti yapıyorduk. İzmir’de orduevinde gemi subaylarının katıldığı bir akşam yemeği yapılmıştı. Yemeğe ben de katılma şansızlığını yaşamıştım. Yemeğin ortasında gemi komutanı tarafından bana bir rakı bardağı gönderilmişti.
Bunu görmezlikten geldiğim sırada gemi komutanı bana seslendi “Vehbi, sana içki gönderdim niçin içmiyorsun?” dedi. Ben de kendisine nezaketle “Komutanım ben hayatım boyunca hiç alkollü içki içmedim ve prensibim icabı asla içmem” dedim. Bunun üzerine “ben gemi komutanıyım, emrediyorum içeceksin” dedi.
O andaki haleti ruhiyem “kellemi de kesseler asla içki içmem” şeklindeydi. Fakat komutan ısrar ediyordu. İşin daha kötüsü ise masadaki bütün subaylar bana pis pis bakarak “hepimizi rezil ettin, iç şu zıkkımı” demeye getiren bakışları ile adeta dövmeye çalışıyorlardı.
Bu iğrenç hikâye iyice alkol almış komutanın sesini arttırması ile bir müddet daha devam etti. Öyle ki; yan masalardan komutanın sesi duyulup tepki çekmeye başlamıştı. Sonunda Çarkçıbaşı Ümit Yüzbaşı araya girerek “Komutanım Vehbi çok iyi bir subaydır, onu bu seferlik mazur görün” şeklinde ortalığı yatıştırmaya çalışmıştı. Sonunda Komutan insafa gelerek sesini kesmişti. Bundan sonra bir daha gemi yemeklerine asla çağrılmadım ve katılmadım. Maalesef yıllar boyu dindar ve inançlı subaylar “içki testi” adı verilen bir uygulamadan geçirilerek alkole karşı olan hassasiyetlerinden vazgeçirilmeye çalışılıyordu. Bu sayede biz gerçek Türklere dayatılan türlü türlü baskılar sonuç veriyor her 8 ile 10 yıl arasında kesintisiz bir darbe süreci yaşanıyordu.