Bir yerde ışık var ise karanlık bulunmaz. Karanlığın olduğu yerde de nur azalır, ışık dahi bulunmaz. Zira nur ve karanlık bir arada bulunmaz.
Sevgi ve düşmanlık, bir başka ifade ile muhabbet ve adavet, aynen nur ve zulmet gibi bir arada bulunamazlar. İnsanın kalbinde de bunlardan sadece bir tanesi hâkimdir. Kalpte ya sevgi vardır ya da düşmanlık ile yoğrulmuştur.
Eğer insanda sevgi duygusu hâkim ise kötü bir iş veya davranışı gördüğünde acıma veya şefkat etme duygusu harekete geçer. “Ah ne olaydı bu zavallının kötü işi yapmasına engel olaydım” diye üzülür ve o kişiye acımaya başlar.
Yok, eğer adavet yani düşmanlık insanda hâkim ise, sevgi duygusu karışmamak veya mümaşaat, yani görünüşte dost gibi görünme şeklinde ortaya çıkmaya başlar. Mü’mine karşı bu davranış ise, bir Müslümana yakışmaz. Zira “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” yani “İnananlar kardeştir” âyetine zıt bir hareket yapılmış olur.
Bediüzzaman Şam Hutbesi’nde Müslümanları Orta Çağ’ın karanlıklarında bırakan altı tane manevî hastalıktan bahseder. Bunlardan üçüncüsünü “adavete muhabbet” yani “düşmanlık duygusunu sevmek” olarak ifade eder. Maalesef bu duygu öyle bir noktaya çıkmıştır ki, hâlâ etkisini devam etmektedir. Meselâ bir tartışma veya kavgada diğer kişiye üstünlük sağlayan ve taraftar olunan kişi için doğruluğuna, yanlışlığına bakmadan “Aferin, bak ne güzel ağzının payını verdin” diye övgü dolu sözler sarf edilir.
Halbuki Müslüman bir insana yakışan, kerîm olmak ve hakperestliktir. Hakkın hatırını üstün tutup hiçbir hatıra feda edilmeyeceğini bilmektir. Yanlış kimden gelirse gelsin hatta öz kardeşinden dahi olsa bunu uygun bir dille ifade etmeyi gerektirir. Yanlış yapanlara riyakârlık yapmayı değil, onlara acımayı ve şefkat etmeyi netice vermelidir. Eğer bu duygular yok ise, demek ki insanda sevgi yerine düşmanlık duygusu hâkimdir. İşte bu duygunun yani adavetin güçlü olması nedeniyle (sebeplerden biri olarak) İslâmiyet zayıf düşmüş, silkinip toparlanamamıştır.
Bediüzzaman, saymış olduğu altı hastalığın derdine çare bulmayı da ihmâl etmemiştir. Toplum hayatımızı derinden sarsan bu dertlere karşılık Kur’ân eczanesinden istifade ettiği altı kelimeyi, yani altı düsturu söylemiştir.
Bunlardan dördüncüsünü şu şekilde ifade eder:
“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete lâyık sıfat husumettir… Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî (dünya savaşları), adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise düşmanlarımızın seyyiâtı (kötülükleri), tecavüz olmamak şartıyla, adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara”.
Bediüzzaman bırakın Müslümanlara, bütün insanlara dahi düşmanlık etmenin zararlarını anlatmaya çalışır. “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır” der. Düşmanlık duygusunun hâkim olduğu insanları mizacı bozulmuş bir çocuğa benzeterek, sinek kadar küçük bir şeyin ağlamasına bahane olduğunu söyler. Su-i zan yani kötü düşünce mümkün oldukça hüsn-ü zanda (iyi düşüncede) bulunmadığını ifade eder. Bir kişide gördüğü tek bir kötülükle, o kişinin on güzel yönünü örttüğüne dikkat çeker. Bunun ise Müslümanların en önemli hasletlerinden olan insaf ve hüsn-ü zan duygusuna zıt olduğunu beyan eder.
Evet, özellikle siyaset cereyanları düşmanlık duygusunu pekiştirmekte, sevgi ve muhabbet duygusunun körelmesine yol açmaktadır. Bir kardeşimizin onlarca, yüzlerce güzel hasletleri bulunduğu halde bir yanlışı yüzünden ona tokat vurmak, ne derece doğrudur? Onu dışlamaya çalışmak, insaf düsturuna sığar mı?
Fikir ve düşünce konusunda da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yüzlerce güzel fikir ve düşüncesi olan bir kardeşimizin kendimize göre yanlış bir düşüncesinden dolayı ona lânet okumak, kötü söz söylemek, Müslümana hiç yakışır mı?
Terörün izalesi konusunda da, benzer bir yaklaşım sergilenmeliydi. Şiddetle, terörist öldürerek PKK’yı dize getirmek mümkün olmadı. Fakat sevgi ve muhabbet ile değildir. Zira güçlü olduğunuzda siner ve fırsat kollamaya başlar. Arkanızı döndüğünüz anda da sizi vurmaya devam eder. Sevgi ve muhabbetle davranılsa idi terör yüzünden binlerce insanın ölmesi önlenebilirdi. O halde önce adaleti tesis etmeli, sonra da sevgi ve muhabbetle insanlara yaklaşılmalıdır.
“Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” der Yunus Emre.
Ortak paydamız olan insanlık ve İslâmiyet dağ gibi, Cebel-i Uhud gibi büyüktür. Düşmanlığı netice veren olay ve davranışlar ise, çakıl taşları gibidir, küçüktür. Düşmanlık etmek çakıl taşlarını Uhud dağına denk tutmak gibidir. O halde sevgiyi hâkim kılarak dinimize koşalım ve Kur’ân’ı okumaya ve anlamaya gayret edelim, vesselâm…