Ne çok tükettik ömrümüzü dünya hülyasında. Garip gelip garip gittiğimizi unutarak yaşadık tüm sevinçleri ve ağlamaları. Ne çok tükettik kendimizi boş dünya girdabında. Nereden gelip nereye gittiğimizi bilmeden yollara revan olduk.
Tükettik kendimizi fütursuzca. Tükettik… “Gençliğini nerede harcadın” sorusunun yanıtını bilemeden. O herkesin hızlı zamanları olduğu demlerde harcadık biz yeni fidanları. Haramın, helalin, günahın gözetilmediği günlerde harcadık. İyiyi kötüyü, siyahı beyazı ayırt edemeden cahil bırakılan dilimlere harcandık.
O su bu su diyerek harcadılar genç yarınları. Şu davamızdır diyerek aldatıldık. Akımların esiri olduk. Kul olarak gönderildiğimiz bu topraklarda kimler çıktı kimler olduk.
Önce amaçları boyadılar gözlerde sonra yarınlar için köle ettiler bedenleri. Önce; ne için yaratıldığının üstü örtüldü zihinlerde, sonra tamamen şey adı altında inkâr başladı kalplerde. Ne uğruna? Bir tutam şuursuzların şuur böğürmelerine mi? Yoksa dava deyip alttan iş çevirmek mi?
Hayatın debdebelerine aldandık en çok. Kelimelerin dahi pare etmediği, kalplerin eller gibi nasır tuttuğu akıl ve yaşam biçiminde kaybettik kendimizi. Neyi ne için istediğimizi bilmeden, neyi nasıl yapacağımız karmaşasında geçirdik tüm ömrümüzü.
Böylesi karanlıktan aydınlık yaranlara çıkmak için ne bekler insan? Ne mesaj bekler. Söylenecek tüm sözler söylendi. Aydınlığın kıvılcım gür ateşi yakıldı 1400 yıl önce. Güneşten daha parlak ve yakıcı. Söndürmek isteyenler ise yandı tutuştu bu ateşte.
Yaşlanınca mı gelir insanın aklı başına?
Bir musibet mi gerekir nasihati hatırlamak için?
Ne çok baharlar tükettik ve ne de çok yazlar. Her mevsim diğer mevsimi kovalıyor kendi nezdimizde. Her mevsim için ayrı ayrı planlar oluşturduk. Peki ne için? Daha huzurlu bir yaşam sürmek için mi? Ya da saadetten uzak ahlaksız dilimler oluşturmak için mi?
Kendimiz kendimize o kadar yabancıyız ki… Ölümün bile bize bizden daha yakın olduğu her anda tüketmek ömrümüzü. Bizi bize bırakma Ya Rab,
Yoksa başkaları oluyoruz kendimizde…