Paralel ticaret ve gözyaşları

AK Parti iktidarının bugüne kadarki en güçlü yanı, sağlık hizmetini ülkenin en ücra köşesinde yaşayanların bile ayağına kadar getirmesi, vatandaşın sağlık hizmetinden kaliteli ve ücretsiz şekilde faydalanmasına imkân sağlamasıydı.

Öncelikle hastane ağının genişlemesi ile devlet hastanelerindeki yük hafifletilerek isteyenin özel hastanelere gitmesine, verilecek hizmet ile tedavi yerinin seçiminde halkın kendisinin karar vermesine ve sağlık hizmeti kalitesinin artmasına yol açıldı. Ayrıca, genç nüfusu da göz önünde bulundurarak belirlenen ilaç satın alma politikası sonucu, Avrupa’da ilaca en uygun fiyattan erişim sağlayan ülke Türkiye oldu. Böylece Avrupa’da pahalı olan sağlık hizmeti, Türkiye’de hem ucuz hem de yaygınlaşmış duruma geldi.

Sağlık sektöründe İlaç Takip Sistemi (İTS) ile ilaç tedarikçiden çıkar; münhasır tek dağıtıcı, dağıtıcılar aracılığı ile ecza depolarına gider, oradan da ilaç, talep eden hastanede kullanılır ve SGK’ya bildirim yapılır. Görünürde her şey resmîdir, doktor imzalı reçete vardır. Tedarikçi firma ise ürününün hastada kullanıldığını düşünür.

Ne yazık ki Avrupa’da ve Türkiye’de kullanılan aynı orijinal ilaç Türkiye’de daha ucuz olduğundan bunu bilen, bundan faydalanmak isteyen, insanlıktan nasibini almamış şebekeler de doğmuş oldu. Örnek vermek gerekirse gündemde yer alan şebeke, yenidoğan (prematüre) bebeklerde kullanılan ilaçları, bebeklerde kullanmayıp yurt dışına satmışlar. Söz konusu şebeke, bebekleri olabildiğince hastanede tutup sağlıklı olan bebeğin her yatış gününden değil, her yatış gününde kullanıldığı gösterilen ve de kullanılmayan, bunun yerine yurt dışına satılan ilaçlardan para kazanmıştır. İddianamede bu ilacın adı da geçmekte olup hasta bakıcılar tarafından satıldığı söylenmektedir. Çünkü ilaca kamu ödeneği 4 bin TL iken; kullanmadıkları bu ilacın prematüre bebekte uygulandığını gösterip yurt dışına 20 bin TL’den satılması daha caziptir. Her bir kapatılan hastanede günde 10 prematüre bebeğe bu ilacın verildiğinin gösterildiğini farz edersek; söz konusu şebeke sadece hastane başına, yurt dışına ayda 6 milyon TL’lik ilaç satmaktadır.

Bu örnekten yola çıkarsak bu tür şebekelerin para uğruna sebep oldukları gözyaşlarına, erken ölümlere ve hayat hakkı ellerinden alınmış yaşamlara sadece prematüre bebeklerde karşılaşmamaktayız. Dördüncü evre onkoloji hastalarında ve yaşlı yoğun bakımlarında da bu tarz vakaların olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır.

Orijinal ilaçların Türkiye’de bin dolar ise Dubai’de 5 bin dolar olduğunu farz edersek SGK’dan gelecek para bu şebekelerin umurlarında bile değildir. Önemli olan, hastada kullanılmış gibi gösterilen ilaçları; İTS kayıtlarından çıkararak nakit olarak satıp, işin içine doktorun, hasta bakıcının, hemşirenin ve 112 acil servis şoförünün de dâhil edilmesiyle kurulan sistemin işlemesidir. Bu konuda bir adım daha ileriye gidersek ürün akışının devamını sağlatmak ve denetimsizliğe yol açmak için; Türkiye’de kullanılması gereken ilaçların yurt dışına çıkması dolayısıyla uyarılan uluslararası firmaların Türkiye temsilcilerinin de söz konusu ölümlerde pay sahibi olduğu sonucuna varabiliriz. Çünkü yurt dışından gelen bu tarz bildirimler Sağlık Bakanlığı’na iletilmek yerine sümen altı edilmektedir.

Halka hizmeti öncelik sayan iktidarın bu şebekelerle baş edebilmesi için rekabetin içeride uygulanmasına ve yaptırımların çok daha ağırlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Ayrıca Sağlık Bakanlığı, İTS’ye ilaveten, tüm süreçlere dâhil olan firmaların teknolojide kapalı devre (içeriği ile oynanmayan) sistemleri kullanmasını mecbur kılmalıdır. Ürünlerin hastaya ulaştığından ve kullanıldığından emin olunması için özel hastanelerin sadece hasta ile ilgilenmesi, yoğun bakım veya prematüre bölümlerinin başka firmalara kiraya verilmemesi, hastanelerin bir ecza deposu olmadıklarının hatırlatılması gerekmektedir. Çalışma Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığı’nın denetimler konusunda daha koordineli çalışması elzemdir.