Sadakat

İnsanın yeryüzündeki ilk vazifesi kâinatı ve kendisini yoktan var eden, sayısız nimetler veren Yüce Allah’a iman etmesidir. Zaten insanın yaradılış gayesi, Allah’ı tanımak ve inanmak, O’nu sevmek ve O’na kul olmaktır. “Allah Sevgisi” imanın göstergesidir. İman ebedi mutluluk yeri olan cennetin anahtarıdır. İman etmek, mutluluğa ermektir. İman, dünya zorluklarına karşı, insanın tek güvencesi, umudu ve sevincidir. İman, insanı sadakat ile Allah’a bağlayan ve yaşanan hayatı İslâm’a ayarlayan en üstün değerdir. İman, insanı yalnızlıktan, boşlukta kalmaktan kurtarır. İman ruhumuzun gıdası, kalbimizin ışığıdır. İmansız bir insanın ruhu gıdasız, kalbi karanlık olur ve o, en büyük dayanaktan yoksundur. İmanlı insan, mutlu ve huzurlu kişidir. Çünkü inanan insan, bir gün Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine inandığı için, Allah’a ve insanlara, hatta diğer canlılara karşı olan vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmeye gayret eder. Her türlü aşırılıktan kaçınır. İşinde ve sözünde ölçülü olur. Ailesine, çevresine ve tüm insanlara iyi davranır. Mü’min, felaketler ve üzücü olaylar karşısında sarsılmaz, ümitsizliğe kapılmaz, bunalıma girmez. Bu yaşanılan olayların imtihan gereği olduğunu düşünür. Allah’a sığınır, O’na güvenerek sabreder. Bütün bunlar, insanın mutlu ve huzurlu olmasını sağlar. İnsan, beden ve ruhun birleşmesinden meydana gelen bir varlıktır. Bedenimizin yemeye, içmeye ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da gıdaya ihtiyacı vardır. Ruhun en önemli gıdası sağlam inançtır. Allah’a inanan ve güvenen bir insan manevî gıdasını almış, büyük bir güç kazanmış olur. Çünkü insan, her zaman Allah’ın yardımına muhtaçtır. Muhtaç olduğumuz Yüce Allah’a inanıp bağlanmak, ibadet görevlerimizi yerine getirmek, O’nun emir ve yasaklarına uymak; huzur, güven ve mutluluk kaynağıdır. Rasûlullah’a (s.a.v.) “Amellerin hangisi efdaldir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah ve Rasûlü’ne iman etmektir.” (Müslim, İman 135) Görüldüğü gibi, Rasûlullah (s.a.v.) amellerin en faziletlisinin iman olduğunu bildirmektedir. İman, her Müslümanın öncelikle sahip olması gereken bir özelliktir. Dolayısıyla, Müslümanın en önemli varlığı imanıdır. Çünkü insan, dünyada ve âhirette huzur ve mutluluğa ancak imanla kavuşabilir. İman, fıtratımızda olduğu için, onu sahip olduğu yere yerleştirmeyen, onu tüm hayatına yansıtmayan insan, önce kendine zulmetmektedir. Huzursuz gönlünü boş şeylerle avutmaya çalışmakta, ama gerçek mutluluğu bir türlü yakalayamamaktadır. İmanın sözlük anlamı; “Bir şeye kesin olarak inanmak ve onun doğruluğunu tasdik etmek” demektir. İmanın terim anlamı ise; Allah’ın varlığına, birliğine ve Hz. Mu hammed (s.a.v.)’in son peygamber olduğuna ve onun Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan bütün dinî hükümlerin, emir ve yasakların doğru olduğuna kesin olarak inanmak, tasdik etmek ve bunu dil ile ikrar etmektir. İman, hem güven vermek, hem de güvene kavuşmak mânasına gelmektir. İman sahibi kişi, yani mü’min; hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan, hem de kendisi başkalarına gü ven veren demektir. Hadis-i şerifte de bildirilmektedir: “Mü’min diğer mü’minlerin onun elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir.” (Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64-65) Peygamberimiz (s.a.v.)’e “İman nedir?” diye sorulduğunda şöyle beyan etmiştir: “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanmaktır. (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1) Bu sayılan iman esaslarına, imanın şartları da denir. İman, İslâm binasının temelini oluşturmaktadır. İman olmadan hiçbir amel, (yapılan iyi işler) Allah katında makbul değildir. Her şeyden önce iman, tam ve sağlam, Allah ve Rasûlü’nün bildir diği gibi olmalıdır. Çünkü inanılması gereken iman ve inanç esasla rına tam anlamıyla inanılmadıkça yapılan bütün iyi ameller boşa gider. Rabbimiz Allah şöyle beyan ediyor: “Kim kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp ettikleri (amelleri) dünyada da âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklar dır.” (2/Bakara, 217)