'Saygın' işkenceciler arasında

12 Eylül’ün başat olgularından biri işkence idi. 650 binden fazla insanın gözaltına alındığı bu dönemde işkence, sistematik bir sorgu yöntemi olarak kullanıldı. Cezaevlerinde 300 kişi yaşamını yitirdi, bunların 171’inin işkence sonucu öldüğü belgelendi. Kayıtlara geçen 10 bin küsur işkence vakası olmakla beraber, gerçek sayının bundan çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

Cezaevlerinde, karakollarda, askerî garnizonlarda ve hatta hastanelerde bile işkence odaları kurulmuştu. Siyasi tutuklulara uygulanan işkence yöntemleri çok çeşitliydi. Akla durgunluk verecek fiziksel işkenceler dışında, ileri psikolojik yöntemler de kullanılmıştı. Mağdurların daha sonra anlattıkları üzerinden, 50'ye yakın özel dizayn edilmiş işkence metodunun varlığı tespit edildi.

Devlet, işkencenin varlığını inkâr ediyor, işkenceciler, kalın bir sis perdesinin arkasında korunuyordu. Bunun karşılığında bazı sol örgütlerin intikam eylemleri ortaya çıktı. Hapisteki örgüt üyeleri, işkencecilerin kimliklerini dışarıya bildiriyor, örgütler de kendi usullerine göre “adalet” peşine düşüyordu.

İşte bu eylemlerden biri, 1990 yılının haziran ayında gerçekleşti. İlk bakışta biraz kafa karıştırıcı bir işti. Bildik eylemlere benzemiyordu. Örgüt militanları, Mecidiyeköy’deki bir sağlık kuruluşunu basmış, çalışanları dışarı çıkarmış ve mekânı bomba ile tahrip etmişti.

Bombalanan yer, Hamide Zekeriya İtil (HZİ) Vakfı’na aitti. Örgüt, bu vakıfta mahkûmlar üzerinde deneyler yapıldığını, insanlara rızaları dışında psikotrop ilaçlar verilerek işkence edildiğini söylüyordu.

Psikotrop madde, asıl olarak merkezi sinir sisteminde etki gösteren ve beynin işlevlerini değiştirerek algıda, ruh hâlinde, bilinçte ve davranışta geçici değişikliklere neden olan kimyasal maddelere verilen bir isim. CIA’nın, 1950’li yıllardan beri bu tip maddeleri kullanarak psikolojik işkence teknikleri geliştirdiği biliniyor.

Anlaşılan o ki 12 Eylül’de, ABD’den ithal edilen işkence yöntemleri arasında bunlar da vardı. İddianın odağındaki isim ise Prof. Dr. Turan İtil idi. HZİ Vakfı da bu işlerin yürütüldüğü yerdi. Dev Sol, vakfı bunun için hedef almıştı.

Uzun yıllar sonra MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı, işkence mağduru Recep Küçükizsiz, bir televizyon programında Turan İtil’i gördü ve tanıdı. “Bu adam Mamak’ın Mengele’si idi.” diyerek mahkemeye başvurdu. Davalardan bir şey çıkmadı ama işkenceye maruz kalan insanların ve konu hakkında bilgisi olan doktorların açıklamaları ile iddialar kesinlik kazandı: Başını Prof. Turan İtil ve Ayhan Songar’ın çektiği bir grup “bilim insanı” tutukluları kobay olarak kullanmış, psiko-farmakolojik işkenceler uygulamıştı.

Bu hikâyenin en ilginç noktasına gelince… Sözünü ettiğim HZİ Vakfı’nın kurucusu ve başkanı, aynı zamanda Turan İtil’in de ablası olan Muazzez İlmiye Çığ’dı. Çığ’ın kendi anlatımı ile vakıf o sıralarda, “psikiyatrik ilaçların insan beynine etkileri üzerine araştırmalar” yapıyordu. Amerikan ilaç şirketlerine deney yani kobay hizmeti veriyordu.

Olaylar, 1985 yılında basına yansımış, çalışmalarda yer alan bir kadın akademisyen, gazetecilere, “Amerika’da kullanılması yasak olan ilaçların hastalara ve tutuklulara” verildiğini sızdırmıştı. Gazeteler konuyu yazınca Muazzez İlmiye Çığ, insanların kobay olarak kullanıldığını inkâr etmemiş “Her şey rızaları ile yapılıyor, imza alınıyor.” demişti.

Turan İtil, vakfın bombalanmasından sonra Amerika’ya döndü. Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir psikoloji merkezinin başkanı oldu. “Saygın bilim insanı” kimliği ile öldü. Ayhan Songar Türkiye sağının, Muazzez İlmiye Çığ ise Türkiye solunun gurur duyduğu “sembol isimler” olarak yaşadılar ve öyle öldüler.

Türkiye’ye gelince... Sırtında işkencecileri ile yüzleşmemiş olmanın ağırlığı ile beklemeye devam ediyor.