Bu devirde suç işlemiş bir tek insan yüzünden diğer kabile ve topluluğun tamamı öldürülüp yok edilebilmektedir. Bu döneme “Vahşet ve Bedeviyet Devri” denilmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi bu olsa gerektir. Fert hukukunun olmaması ve yok denecek kadar önemsiz kabul edilmesi insanlığın içine düştüğü en berbat seviyelerden bir tanesidir.
Marx’a göre bu dönemde insanlar hayatlarını sürdürebilmek için gerekli olan şeyleri taştan yapılmış aletler aracılığı ile sağlıyorlardı. Sosyal üretim ilişkileri de bu son derece ilkel üretim güçleri ile uyum halinde idi.
Fakat bu dönemde iş araçlarının yeterliliği insana tek başına tüm ihtiyaçlarını karşılama imkânı vermiyordu. İlkel toplumun tüm üyelerinin güçlerini birleştirmeleri ile ancak gerekli olan ihtiyaçlar sağlanabiliyordu. İlkel topluluklarda üretim ilişkilerinin dayandığı temel dinamik, toplumsal mülkiyetti.
Komünizm düşüncesinin özel mülkiyeti reddetmesi ve toplumsal mülkiyeti esas alması insanlığın bu ilkel çağlarına özentiden başka bir şey değildir. Ekim Devriminde Rusya’da malı mülkü olan her yer yağmalanmış namuslu insanların karısı, çoluğu çocuğu; işsiz güçsüz serserilere peşkeş çekilmiştir. Stalin bu faciayı görerek bir takım iyileştirmelere yol açacak kanunlar çıkarmış ve Sovyetler Birliğinin sanayileşmesinde önemli roller üstlenmiştir.
Fakat Stalin’in köylüleri işçi haline sokarken uyguladığı acımasız ve sert önlemler tarihe acımasız katillerden birisi olarak geçmesini önleyememiştir. Öyle ki Bolşevik devriminden bile daha kötü şartları yaşayan Rus halkı, bu durumu edebi metinlerle dile getirerek insanoğlunun ne derece acımasız ve zalim olduğunu ortaya koymuşlardır.
Komünistlerin hayalini kurduğu ilkel komünal toplumlarda devlet diye tanımlanabilecek kurumsal bir yapılanma söz konusu değildir. Özel mülkiyet yerine ortak mülkiyet anlayışı tercih edildiği bu toplumsal yapıda, üretim araçları toplumun ortak malı olarak kabul edilmektedir. Miras hakkı yoktur. Yıllarca emek vererek çocuklarına güzel bir gelecek kurmak isteyen insanların hayalleri tamamen yıkılmıştır.
İnsanlık; devlet mekanizmasının kurulmasından önce tabii durum olarak tasvir edilen bir ortamda yaşamaktaydı. İnsanların mülkiyet paylaşımı ve kendi eylemlerinin tanziminde yalnızca tabii hukuka bağlı oldukları ve sadece ona uygun düşündükleri bir özgürlük durumudur. Tabii ki bu durum aynı zamanda tüm otorite ve yargılama hakkının karşılıklı olarak herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir ilişki de söz konusudur.
Bu devirde ortak çalışma ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti söz konusu idi. Toplumun her üyesinin üretim araçları ile ilişkisi aynıdır ve özel mülkiyet yoktur. Yani hiç kimsenin üretim araçlarını diğerlerinin aleyhine kendi mülkiyetine geçirme imkânı yoktur. İş verimliliği son derece düşük olduğundan üretilen değerler insanların ancak yaşayabilmesi için zorunlu olanı sağlayabiliyordu. İhtiyaçtan fazlası üretilmediği için kimsenin bir artı değere el koyması söz konusu değildi.
Evet, İlkel Komünal dönemde günümüzdeki gibi bir sömürü olayı yoktu ve bu sebeple de bir siyasi organizasyona ihtiyaç duyulmuyordu. Fakat insanların mutlu oldukları ve kendilerini güvende hissetmeleri de düşünülemezdi. İşte bu vahşi ve karanlık dönemin sonu; peygamberler vasıtası ile inanç sisteminin daha sağlam temellere oturması sayesinde sona ermiştir. Dinler insanlar arasında örgütlenmeyi, toplumsal bağların gelişmesini, kardeşlik duygusunu pekiştirmeyi, üretim güçlerinin gelişmesini sağlamış ve bu karanlık dönemi sona erdirmiştir.
Marx’ın niçin din için “afyon” tabirini kullandığını ve komünistlerin neden dine düşman olduklarını umarım anlatabilmişimdir, vesselam…