Sosyal fosil değil, yaşayan millet

1996 yılı olmalı, kış ayları, Frankfurt’taki bir otelin kafesinde sipariş vermeye çalışıyorum... Garson kız, çat pat İngilizcesi ile nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince Almanca bilmediğime inanmadı, dalga geçtiğimi sandı. Türkiye’deki Türklerin büyük oranda Almanca bilmediğini öğrendiğinde şaşkınlığı bir kat daha arttı. Türkiye ve Türkler hakkındaki bilgisi, Almanya’daki Türk toplumundan ibaretti ve Türkiye’yi Almanya’nın bir tür kolonisi zannediyordu! Kızcağızı mecburen biraz terslemek zorunda kaldım.

Yan masadan konuşmamıza tanık olan bir adam kalkıp geldi, tanıştık. Hollandalı bir akademisyenmiş. Almanya’daki Türk toplumu üzerine sosyolojik araştırma yapıyormuş. Benim garson kıza verdiğim tepkiden iştahı kabarmış olmalı ki “Almanyalı olmayan bir Türk’ün” bakış açısını öğrenmek için üst üste sorular sormaya başladı.

Böylesi sözde akademik çalışmalara her zaman şüphe ile yaklaşırım, Batılı “akademiklerin” bize olan ilgisi, burnuma pis kokular getirir. O yıllarda da aynı fikirdeydim. Adama soğuk davrandım, sorularını yanıtlamak yerine ben ona sordum: “Siz bir Hollandalısınız, neden Almanya’daki Türklere bu kadar ilgi duyuyorsunuz? Saha araştırması yapacağım diye kalkmış, ta Frankfurt’a gelmişsiniz. Ülkenizin boşa harcayacak çok mu parası var ki sizin bu işlerinizi fonluyor?”

Adam istifini bozmadan yanıt verdi: “Parayı neden verdiklerini bilemem ama benim ilgi duymamın sebebi Avrupa’daki Türklerin bir tür sosyal fosil olması” dedi. Tam “Haddini bil!” diyerek hiddetli bir yanıt verecektim ki, “Yanlış anlamayın...” diyerek hızla izah etmeye girişti…

Gerçekten de niyeti hakaret etmek falan değildi. Bir sosyolog olarak teknik bir durumu ifade etmeye çalışıyordu: “Bu insanlar 60’lı yıllarda Türkiye’den kalkıp işçi olarak buraya geldiler. Almanya onları hiçbir zaman kabul etmedi, Türkiye de sahip çıkmadı, unuttu. Geçen 30 yılda Almanya da çok değişti, Türkiye de. Ancak bu insanlar aynı kaldı. Çünkü yaşadıkları Almanya’da izolasyon altındaydılar, Türkiye ise çok uzakta ve çok ilgisizdi. Böylelikle ortaya tuhaf bir toplum dinamiği çıktı.”

Hollandalı, bizim Avrupalı Türklerin o zamanki hâlini iki cümlede özetleyivermişti, sözlerine hak vermemek mümkün değildi. Kısa süre sonra ben de Avrupa’nın başka bir ülkesinde gurbetçi oldum. Koşullar belki 70’li, 80’li yıllardaki kadar sert değildi ama aynı yalıtılmışlık ve aynı sahipsizlik devam ediyordu.

Göçmen olduğunuz için sosyal yaşamda ve iş hayatında zaten itilip kakılıyordunuz. Bir kez işim düştüğünde gittiğim Türk elçiliğinde gördüğüm muameleyi ise asla unutmam. Memurların aşağılayıcı tavırları, gurbetçiye âdeta bir yükmüş gibi davranması hâlâ gözümün önünde. “Allah kimseyi size muhtaç etmesin!” diyerek çıktığımı hatırlıyorum.

2000’li yılların ortasından itibaren ise çok şey değişti. Özellikle 2010’dan sonra Avrupalı Türkler, arkalarında ana vatanın desteğini hissetmeye başladılar. Sahipsizlik hissi, yerini başı dik, onurlu bir duruşa bıraktı.

Bu, AK Parti iktidarlarının gurbetçiye verdiği özel önem sayesinde oldu. Erdoğan, Avrupa’nın bir köşesinde kendi kaderine terk edilmiş, sosyal fosil hâline dönüşmüş insanları aldı, yeniden bu milletin bir parçası yaptı. Şimdi Tayyip Erdoğan her seçimde Avrupalı Türklerden rekor düzeyde oy alıyor. Pek çokları bunu ideolojik bir tercih sanıyor ama esas mesele bu insanların Erdoğan’a duyduğu şükran hissi.

Bugün dünya üzerine yayılmış 7 milyon Türk, Türkiye’nin yumuşak gücünü temsil ediyor. Şimdiye kadar yapılanlarla yetinmeyip daha fazlasını hedeflemek lazım. Gelin Avrupalı Türklerin önde gelen isimlerinden birine, Adem Taflan’a kulak kabartalım…

Adem Bey’in çok önemli iki önerisi var. Biri, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde “Yurtdışı Türkler ve Yurtdışı Millet Varlığı Politika Kurulu” kurulması. Diğeri ise AK Parti MKYK’sında mutlaka yurt dışı Türklerin de temsil edilmesi. Her ikisi de çok kıymetli ve AK Parti’nin ötesinde Türkiye’nin stratejik gücüne hizmet edecek öneriler. Umuyorum karşılık bulurlar.