1998 senesinde yazdığım Suriye hakkındaki ilk makalemi, Cemoti adında bir Fransız dergisine yollamıştım. Derginin editörü, PKK için terörist tanımlamamı düzeltmemi ve özgürlük direnişçisi olarak değiştirmemi istemişti. Ben de bu düzeltmeyi yapmayı reddettiğim için yazı, bir türlü basılamamıştı.1998 yılının üzerinden 26 yıl geçmiş ve Suriye şu anda, hiç olmadığı kadar istikrarsız duruma gelmiştir. Derslerde öğrencilerime, sıklıkla bazı tecrübelerimi aktarırım. En çok da akademisyen ve seçimlerde gözlemci olarak gittiğim Suriye ve Irak’ta halkın bölünmüşlüğü ve devletin zayıflığının, Suriye ve Irak halkına nelere mal olduğundan söz ederim. Bugün Suriye, hiç olmadığı kadar istikrarsız durumda. Devlet, son derece zayıflamış ve 2013 yılında Doğu Guta’da kimyasal silah kullanarak sivillerin ölümüne sebebiyet verdiğinden beri meşruiyetini de kaybetmiştir.
Türkiye’nin defalarca anlaşmaya çalıştığı Esed, ne yazık ki bunu, ülkemizin Suriye’nin kuzeyinden çekilme şartına bağlayarak Ankara’nın görüşme tekliflerini reddetmiştir. Halep’in savunmasını dahi yapamayan Şam, Türkiye Suriye’nin kuzeyinden çekilse acaba bu bölgeyi nasıl koruyacaktı?
Ankara’nın defalarca anlatmaya çalıştığı gibi mesele, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyabilecek kapasitede güçlü bir devletinin olmamasıdır. Zira on küsur senedir Türkiye, Suriye sınırlarından gelen mülteciler, atılan bombalar, terörist saldırılarıyla mücadele etmekte, insan gücünü ve parasını bu sınırını korumaya harcamaktadır. Esed’in bir türlü anlamadığı nokta, Türkiye’nin tek isteğinin Suriye’nin tam bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü olduğudur. Ne yazık ki Esed, Türkiye’ye değil; ortak sınırının dahi olmadığı İran ve Rusya’ya yönelmiş, onlarla birlikte hareket etmiştir. Gelinen noktada İran’ın bölgedeki askerî varlığı, önceki yıllara göre bir hayli zayıflamış, Rusya ise fazlasıyla kendi birinci önceliği olan Ukrayna Savaşı ile meşgul hâle gelmiştir. Dolayısıyla bölgede, önceden Şam rejimini yedi bin Şii milisle koruyan bir İran’dan söz edemiyoruz. Ya da Rusya’nın Ukrayna Savaşı’ndan başını kaldırıp gücünü tamamıyla Suriye’ye vermesini bekleyemiyoruz.
İşte tam da bu aşamada ABD’deki seçimden sonra ortaya, farklı bir denklemin çıktığı ve bir takım müzakerelerin yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Bugün İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin, Ankara’yı ziyaret ederek kendi mevkidaşı ile neler konuşabileceğini az çok tahmin edebiliyorum. Çünkü daha önceki yazımda da belirttiğim gibi İran, başı sıkıştığında Türkiye’yi hatırlayan bir komşu ülkedir. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca desteklediği İran, ne yazık ki -özellikle Suriye konusunda- Türkiye’ye son derece hasmane davranmıştır. Söz gelimi, 2018 yılında Türkiye’nin Afrin operasyonunda (Zeytin Dalı Operasyonu), PKK’yı destek için bölgeye kuvvetler sevk etmiş, başarısız olacağını anlayınca da geri adım atmıştır. Bu konuyu 2019’da Tebriz’de katıldığım bir toplantıda İranlı meslektaşlarıma ayrıntılarıyla açıklamış, İran’ın bu hasmane tutumunun kendilerine bumerang etkisi yapacağını söylemiştim.
Bugün İran, hiç olmadığı kadar siyaseten ve güvenlik açısından dağılmış durumdadır. Kaynaklarını, başta Suriye olmak üzere ortak sınırı dahi olmayan bölgelerde kendisine nüfuz alanı yaratmak uğruna pervasızca tüketmiş, istihbaratı delik deşik olmuş bir ülke hâline gelmiştir. Türkiye’nin iyi komşuluk politikası doğrultusunda hareket eden, bölgede ekonomisi güçlü bir İran ve Suriye olsaydı kuşkusuz bölgede kalıcı barış sağlanabilecekti. Ancak ne yazık ki Arap Baharı ile birlikte İran ve Suriye, pek çok tuzağa düşüp Türkiye’den uzaklaşarak kendilerini, bugünkü zor süreçlerin içinde bulmuştur. Bölgede istikrar ve güvenli tek ada olarak kalan Türkiye’nin önemi, her geçen gün daha da artmaktadır.