Tek derdimiz “Afgan çoban” olsun

Bir önceki yazımda ülkemizin kuruyan nehirlerini, yok olan sürülerini vahşi kapitalizme kurban edilen köylerimizi, köyden kente göç politikalarındaki hataları ve hataların son 50 yılın derin ekonomik krizlere etkisini yazmıştık. Geçen hafta Kayseri’deki provokasyon özelinde sığınmacılar meselesini yazmış ve bütün hafta bu konuyu tartışmıştık. Bu hafta güncelin dışında yazmayı düşünüyordum. Ancak Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın Afgan çoban içeren bir açıklaması, benim hem sığınmacı meselesini hem tarım hayvancılık konularını birlikte yazmamı gerektirdi.

Ülkemizde, gerçekten artık vazgeçilmez bir kolaylık içinde öfkenin hedefine sığınmacıları koyduğumuzu ifade etmiştim. “Yeryüzü herkesindir.’’, ‘’Aldığımız nefes hepimizindir. ‘’ anlayışında olan benim gibi fazla duygusallar için “O sorunda sığınmacıların paydaşlığı, herkes kadar.” diyecek olsam bile diyemez duruma geldim.

Çünkü bizim ülkemizde, bir konuda ‘’Bu konuda haklısınız.’’ dediğiniz andan itibaren sonrasını asla dinlemeyecek, kısmi kabulleniş üzerinden bütüncül bir sonuca giderek radikalleşen, manüplasyon yapanlar var ve sizin sesinizi bastıracak kadar çok bağırıyorlar. Böyle bir hâle geldiğimiz dönemde Ticaret Bakanı Sayın Bolat’ın son derece haklı bir şekilde ifade ettiği bir konuda bile ters algı yaratmak ancak bizim gibi toplumda mümkün olur. “İşsizlik değil iş beğenmeme sorunu var.” dediğinizde yemediğiniz hakaret kalmıyor. Oysa gerçekten bir konuşabilsek birbirimizi dinleyebilsek bu sorunları da çözeceğimiz konusunda en ufak bir şüphem yok.

Sayın Bakan Ömer Bolat ‘’Ciddi bir elemansızlık problemi var. Bu açık yabancı işçilerle de kapatılmıyor. Örneğin “Bugün 25 bin Afgan çoban gitse tarım, hayvancılık kalmaz. Limon bir ile üç TL arasında satılıyor diye ağaçta çürüdü.” şeklinde haberleştirilen açıklama, aslında aynen şu şekildeydi: ‘’ Ürün o kadar çok ki çiftçi toplayacak adam bulamıyor, ciddi bir elemansızlık problemi var, bu açık. Yabancı işçilerle de kapatılamıyor. Örneğin bugün 25 bin Afgan çoban gitse tarım hayvancılık kalmaz.  Evet, çünkü gerçekten Karadeniz’de çay toplamaya Türk vatandaşımız rağbet etmiyor genelde orada Özbekistanlılar var. Çok hızlı ve çok uyguna çalışıyorlar deniliyor. Aynı şekilde Akdeniz’de mevsimlik işçiler artık tamamen Suriyeli vatandaşlardan ve yarı yevmiye ile çalıştıkları bir gerçek.”

Şunu diyebilirsiniz “Günlük yevmiye neden yarım veriliyor?” Orada da çiftçi haklı olarak diyor ki “Tarlayı bıraksam bile borçlu çıkarım. Mazot, gübre, nakliye, işçilik. Bize hiçbir şey kalmıyor.” itirazlarının doğruluk payı elbette var.

Afrika atasözü: Bir çocuğu büyütmek için bir köy yeter

Açıklamayı bu şekilde cımbızlayarak bunun üzerinden tekrar bir yabancı düşmanlığı ve nefretini körüklemek isteyenleri, Ağrı’ya davet ediyorum. Dünyanın en kaliteli buğdayının, en verimli ovalarının olduğu memleketimde el birliğiyle toplum ve devlet olarak tarıma yaptığımız ihanetin sonucunu görebiliriz. Sürülerimizi yok ettik, plansız programsız bir şekilde şehirlere göç ettik, gençlerimize sadece bir üniversite diploması verdik ki bu gençlerin büyük bir kısmı girdikleri üniversite sınavında beş soru bile cevaplandıramadıkları için boş kontenjandan yerleştirilen gençlerden. Zamanında tarım hayvancılık yaparak mal mülk edinmiş, yüzlerce nüfusa bakmış benim ailem gibi ailelerde çocuklar, her ne olursa olsun ister şehirde, ister köyde, ister üniversitede, ister okulda, tarımsal hayatın bir parçası olmaya devam ediyorlardı. Yaz-kış orada bakılıp yaylada beslenen hayvanların peşinde gidenler, aynı zamanda tıp okuyan, hukuk okuyan benim abilerimdi.

Şimdi bakıyorum, büyüdüğü coğrafyaya ait hiçbir şey bilmeyen yüzlerce genç çaresiz …Neredeyse sıfır puan ile üniversite okumuş, kontenjan açığı olduğu için gittiği iktisat, işletme, uluslararası siyaset, grafik tasarım, heykel gibi bölümlerinden diplomalı binlerce genç ailelerinin verdiği günlük harçlıklarla zaman öldürüyor. Ve bir umut, kamuda personel atamalarını takip ederek devlet memuru olmak veya  özel sektörde asgari ücretin bir tık üstünde çalışan olmak dışında şansları ve ne yazık ki hayalleri yok…İşte tam da bu durum yaşanırken “Kamuda veya özel sektörde bir iş sahibi olsun.” diye bu gençlerimizin aileleri seferber olup uğraşırken kapıdaki sürüye Türk vatandaşı çoban bulamadığımız çırılçıplak bir gerçektir. Türk vatandaşı çoban bulmanın imkânsızlığı ve bulsanız bile istediği rakamı ödemenin mümkün olmadığını söyleyeni, dokuz köyden kovmakla meşgulüz.

Babamlar anlatıyordu, 1970’lerde 80’lerde Doğu ve Güneydoğu’nun en büyük hayvan ihraç edeni durumunda olduğumuz dönemlerde, Suriye’den Lübnan’dan gelen tüccarlar Erzurum’da Palandöken Dağı’nın eteklerinde, Abdurrahman Gazi Türbesi’nin olduğu yamaçlarda hayvan sürülerinden bir karış toprağın gözükmediğini söylerlerdi.

O zamanlar, Türkiye nüfusu 45 milyon sadece sığır sayımız 18 milyon civarında. Bugün nüfusumuz 85 milyon ve bu sayı resmi rakamlara göre 10 milyona düşmüş. Yine 1980’lerde 50 milyona yakın olan koyun sayısı, bugün nüfusumuz iki katına çıktığı noktada yüzde 60 azalarak 20 milyon civarına gerilemiş.

Şu an Türkiye’de elinde bir diplomasıyla kamuda yerleşmeye çalışan milyonlarca üniversite gençliği, depresyonda ve gelecek kaygısı altında ailelerine de aynı kaygıyı yaşatırken sonuçta özel sektör veya kamuda işe başladıklarında alacakları maaşın bir çamaşır makinasını bile alamayacak rakam olduğunu belirtmek isterim. Ancak bugün 50 koyunu olan bir çiftçinin kuzularıyla o sürünün, 1,5 milyon TL civarında olduğunu en az üç yılın maaş toplamından fazla olduğunu belirtelim.

Geçen gün bu konu hakkında yazdığım yazıda, coğrafyamın güçlü kadınlarından da söz etmiş, o kadınların tarım toplumu içinde üretimin zenginliğinin nasıl parçası olup destansı hikâyelerin kahramanları olduğunu yazmıştım. Köylerine zenginlik getiren, bereket getiren, halaylarda başı çeken de onlardı. Bugün ne yazık ki aynı köyüme gittiğimde, sabahtan akşama kadar kadın gündüz programları izleyen kadınları gördüğümde, aralarında en ufak bir ortak payda bulamadığımı belirteyim.

1960 sonlarında dedem, çocuklarıyla Ağrı bölgesinde hayvancılık yaparak dükkân, otel vs alır. Servet sahibi olur ve dedem bir gün babaanneme, kendisi öldükten sonra kimseye muhtaç olmaması için 470 tane Reşat altın alır. Ne yazık ki dükkâna hırsız girer altınlar çalınır. Babaannem çok üzülür tabii … Dedem neneme “Sakın üzülme, haram karışmadıysa nasip sanadır.” der. Ve aynı şekilde dedem, babam, amcalarım el birliğiyle besicilik yaparlar. Sürüler Gaziantep’e götürülür ve o bir senelik besiciliğinin sonunda bu kez 490 Reşat altın alınır. Dedem bir sene sonra rahmetli olur. 1971’den babaannemin 1997’de vefat ettiği tarihe kadar 26 yıl boyunca, babaannem o altınlarla hiç kimseye muhtaç olmadan geçimini sağladığı gibi biz torunları onu İstanbul’dan ziyarete gittiğimizde, dönerken avucumuzu açar, “Sakın elinizi açmayın.” deyip elimize mendil içinde bir Reşat tutuştururdu. Bana verdiği Reşat hâlâ sahip olduğum en kıymetli eşyadır. Kızımın sahip çıkmasını en çok arzuladığım varlığım, nenemin bana, benim avucuma emanet ettiği Reşat altın olacaktır. O altındaki gerçek değer, örfümüz, âdetlerimiz, bir arada olma isteğimiz, nesillerimizin mücadelesidir…