Toplumsal çürüme

Bir “toplumsal çürüme” hikâyesi ki herkesin dilinde. Dünya birdenbire ve bugün, bu yeni siyasal iklimde “kirlenmiş” gibi, herkes yozlaşmadan, ahlaki erozyondan, eşitsizlikten şikâyetçi. Çürümeyi, herkes kendisi dışındaki unsurlara atfetmenin kolaycılığına sığınıyor. Kimse, kendini bu yapının bir parçası olarak görmüyor. Toplumsal bozulmanın en derin köklerinden biri işte tam burada yatıyor; herkes sistemi eleştiriyor ama kimse sistemdeki kendi payını sorgulamıyor.

İster iktidar ol ister muhalefet, anlam bakımından belirleyici olan neyi, nasıl yaptığındır. Sistemin sahnede tuttuklarından başlayalım mesela. Toplumu eğlendirmek ve oyalamakla vazifeli, ilgiyi üzerlerine topladıklarında “kanaat önderi” kabul edilen kimisi oyuncu, kimisi şarkıcı, kimisi medya ünlüsü... Hepsinin benzer olduğu bir nokta var; kendilerini ayakta tutan sermaye oligarşisinin gönlünü hoş edecek slogan açıklamalardan bir adım öteye gidemiyorlar. Memleketin sorunları veya insanlık acıları konu olduğunda hemen ortadan kayboluyor ama politik olarak kullanışlı acıları istismar ederken içinde bulundukları ahlaki tutarsızlıkları perdeleyebildiklerine inanıyorlar.

Mesela Fatih Altaylı. Toplumun kendi ahlaki tutarsızlıklarını görmezden gelişinin en canlı örneği olarak her gün karşımızda. Genç bir kadına golf sopasıyla uyguladığı fiziksel şiddet, ideolojik kayırmacılıkla öyle güzel tolere edildi ki gözlerimize bakarak topluma ahlaki normlar sunmaya devam edecek yüzü hâlâ kendinde bulabiliyor.

Mesela Cüneyt Özdemir. Etkileşim uğruna yalan haberlerin kaynağı olurken gazetecilik ahlakının sorgulanmayacağından o kadar emin ki hemen arkasından, “Siz de doğrusunu daha hızlı paylaşsaydınız kardeşim.” derken sırtını yasladığı sosyolojinin onu boşa düşürmeyeceğini artık çok iyi biliyor.

Mesela Nur Sürer. Altın Portakal’da ödülünü “itibarsızlaştırıldığını” iddia ettiği Yılmaz Güney’e ithaf ederken arkasından “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganının kendine sunacağı konfor alanına güveniyor. Çünkü biliyor; failin politik duruşu, toplumun belli kesimlerinde onu bağışlanmaz hatalarından bile muaf kılabiliyor.

“Sanatçı dediğin muhalif olur” misali bir toptancılıkla “Bu hükûmet, dünyanın en doğru işini bile yapsa bizim bunu takdir edecek hâlimiz yok.” diyecek kadar ahlaki tutarlılığı geri plana atan bu “amaç aracını haklı kılar” mantığı ile artık mücadele edemiyoruz.

Açık konuşalım, sorumluluğun bireysel ve kolektif boyutları arasındaki kopukluğuyla yüzleşmek hepimize zor geliyor. Oysa toplumsal çürüme, yalnızca kurumların, siyasetçilerin ya da sistemin yarattığı bir sorun değil; her bir bireyin küçük ya da büyük katkılarıyla büyüyen, ideolojik kayırmacılık ve medya manipülasyonu ile düğümlenen bir çıkmaza dönüştü.

Adaletsizlikten şikâyet edip ahlaki ödünler verenlerin, kutuplaşmadan şikâyet edip sosyal medyada nefret dilini kullananların, şiddete meyledip Atatürk süveteri giyerek kendini savunanların yarattığı toplumsal çifte standart ve ahlaki tutarsızlıkları konuşmaya cesaretimiz var mı?