Küreselci kapitalizmin yayın organı The Economist’in son sayısının kapak manşeti böyle… Başyazıda, Trump’ın başkanlığı ile beraber, süper güç ABD’nin dünyanın geri kalanına yönelik 80 yıllık yaklaşımının değişeceği konu ediliyor.
Ama nedir bu “Trump doktrini” diye baktığınızda pek de bir şey söylenmediği görülüyor. Derginin kapak manşetine ilişkin üç yazıda da sözü edilen doktrine dair bildiklerimizden daha fazla bir ipucu yok.
Kısa bir parantez açarak ülkemizde bu tip yayın organlarına gereğinden fazla önem atfedildiğini, geleceği okuduğu veya çok iyi analiz yaptığı zannedilen bu Batılı yayınların, esasen lafı döndürüp dolaştıran propaganda yazılarından öteye pek geçemediklerini söylemiş olayım. Parantezi kapayıp konuya dönüyorum…
The Economist’in belki de en önemli tespiti, Trump’ın ABD’nin çıkarlarını merkeze koyan aşırı talepkâr politikasının ABD ile müttefiklerinin arasını açma ihtimali.
Doğrudan toprak talep ettiği Kanada, Panama ve Danimarka, hâlihazırda çok sert tepkiler verdiler. Aşağılamaya kalktığı Meksika’nın devlet başkanından da altta kalmayacak bir yanıt aldı. Avrupalılar ise Rusya savaşında 180 derecelik bir dönüşü hoş karşılamıyorlar ve tedirginler.
Trump, deyim yerinde ise Avrupa’yı “zoraki bir bağımsızlaşmaya” itiyor. Doğu ve Kuzey Avrupa ülkeleri bedeli ne olursa olsun ABD’nin yanında kalmaktan yana; her türlü aşağılanmaya da razılar çünkü Rusların intikam peşinde koşmasından korkuyorlar. İngiltere, Brexit sayesinde kendi yoluna bakabiliyor. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya ise yeni bir eksen inşa etmek zorunda. Macron’un Avrupa’nın “stratejik otonomisi” ısrarını anımsayın. Tarihte pek az görülen bir şey oluyor, dünyanın belki de en düşük profilli lideri Macron haklı çıkıyor.
Trump’ın dünya üzerindeki taleplerinin ekseninde Çin ile savaş konsepti var. Her arzusunu Çin ile savaşa dayandırıyor. Ama Çin ile savaş konusunda herkes o kadar istekli mi tartışılır. Misal, Trump, “Panama Kanalı Çinlilerin eline geçti!” diyor. Ama rakamlar hiç de öyle söylemiyor. Verilere göre kanal, %80 oranında ABD gemileri tarafından kullanılıyor, Çinlilerin oranı %15’i bulmuyor. Trump, Çinli şirketlerin Grönland’ı işgal ettiğini iddia ediyor ama gerçek hiç de öyle değil, Grönland, 2022’den beri Çinlileri madencilik alanlarından çıkartıp balıkçılık sektörüne hapsetmiş durumda. Yerli halkın Çinlilere karşı olumlu bakışı da %25’leri geçmiyor.
Avrupa Birliği ise bambaşka bir gerçekle karşı karşıya… Evet, Çin rekabeti Avrupa’yı çok zorluyor ama Avrupalı şirketlere ve Avrupa’daki kamu düzenine ABD’li şirketler daha çok zarar veriyor. Üstelik Avrupa’nın otomotiv gibi geleneksel sektörlerini koruyabilmek için Çin ile kavgaya değil işbirliğine ihtiyacı olduğu görülüyor. Çok basit bir örnek: BYD’nin yatırım için Türkiye’yi seçmesi Almanya’da kaygı ve kıskançlık yaratıyor. Avrupalıların Trump’ın Çin seferine katılma konusunda istekli olmaları için hiçbir sebepleri yok.
Trump, içeride değerler eksenli bir politika izliyor. Dışarıya yaklaşımı ise tam tersi. Dış politika yaklaşımı değerlerden ziyade güce dayalı olacakmış gibi duruyor. Bu da ABD’nin düşmanlarından çok dostları için bir risk oluşturuyor. Hatta yakınlaştıkça risk artıyor, ABD’ye en yakın ülkeler en çok riski taşıyor. Misal, ABD’ye güvenip savaşa giren Ukrayna artık yolda kalacağını görüyor. Aynı şekilde silahlanan Tayvan ise tam tersi bir durumda, “Ya şimdi Trump Çin’e karşı bizi kullanmaya kalkarsa!..” diye endişe ediyor.
Son yazımda söylediğim gibi, geçtiğimiz on yılı görece bağımsızlaşarak geçiren İngiltere, Türkiye gibi ülkeler, bu yeni dönemde otomatikman avantajlı hâle geliyor. Bunu yapamayanlar ise şimdi oturmuş “Ne yapsak da Trump fırtınası gemimizi devirmese?..” diye kara kara düşünüyor.