İnsanın olduğu yerde şiddetin olmaması mümkün değildir. Bir de şiddetin tanımı önemli. İnsanda var olan temel dürtülerden biri olan şiddet, psikolojik olabileceği gibi fiziksel de olabilir.
İslam’ın doğduğu coğrafyada şiddet, geniş bir meşruiyet alanı kazanmış durumdaydı. Güçlü olanın haklılığına dayanan şiddet meşruiyetini failinden alıyordu. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse güçlü olan haklı da oluyordu. Geçim kaynaklarının oldukça az olduğu Arap Yarımadası’nda başkasının malını talan etme, hatta insanları esir edip köleleştirme, gücünü ve liğini istismar etme de bir şiddetti.
Kocanın eşine, anne ve babanın çocuklarına, sahibin kölesine şiddet uygulaması sıklıkla müşahede edilen ve genellikle de yadırganmayan bir durumdu.
İslâm’ın doğduğu coğrafyanın dışındaki yerlerde de durum farklı değildi. Bu sebeple şiddet, Müslümanların da yabancısı olduğu bir şey değildi. Ancak dinler ve kanunlar, insanlara güçlerini kullanmaları hususunda sınırlar çizer. Dinlerin önemli bir fonksiyonu, gücün kullanımında ahlakî denetimi de devreye sokmasıdır. İslâm insandan sahip olduğu gücü belli şart ve sınırlarda kullanmasını, zorbalık ve haksızlığa varacak fiillerinin hesabını Allah’a vereceğini sürekli hatırlatır.. Söz konusu ettiğimiz güç, maddî ya da manevî güç olabilir. Kişi, imkânlarını başkasını ezecek ve zulme uğratacak şekilde kullanmamalıdır.
Bu temel ilkeye rağmen İslâm tarihinde şiddetin olmadığını söylemek yanlış olur. Müslümanlar, ilk dönemlerden itibaren Müslüman olmayan kavimlerle savaşmışlardır. Şiddet, savaşların kaçınılmaz sonucudur. Savaşlarda öldürmenin ve öldürülmenin yakinen hissedildiği bir dönemde hem fizikî şiddet, hem de psikolojik şiddet kaçınılmazdır.
Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık çeyrek asır sonra Müslümanların kendi aralarında da savaşlar meydana gelmiştir. Müslümanların ilk dört halifenin üçü, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali öldürülmüştür. Bunlardan Hz. Ömer ve Hz. Ali suikasta uğrayarak hayatlarını kaybetmiştir. Hz. Ömer bir Mecusi tarafından, Hz. Ali ise bir Müslüman tarafından katledilmiştir.
Burada üzerinde durulması gereken şiddetin yokluğu değil, sınırlarıdır. İslâm savaş durumunda dahi, yok edici ve imha edici bir şekilde şiddeti meşru görmez. Savaşlarda insanların öldürülmesinden ziyade tehlikeyi bertaraf etmek esastır. Savaş dışında şiddetin kullanımı, ancak hukukî bir cezalandırmada ve yasal çerçevede mümkündür.
İslâm, sınırları oldukça daraltılan meşru şiddetin dışındaki şiddeti hem hukukî, hem de ahlakî ilkeler çerçevesinde engellemeye çalışmış; İslâm medeniyeti de bu anlayış çerçevesinde şekillenmiştir. Bununla birlikte şiddetin meşruiyet alanının zorlandığı zamanlar her zaman olagelmiştir.
“KİLİSE BU ŞİDDETİN GENELLİKLE ORTAĞI VE MEŞRUİYET KAYNAĞIDIR”
Batı sürekli Müslümanları şiddet ile suçlamaktadır. Batı tarihinde hiç mi şiddet yok? Biraz bize batı tarihinde şiddet olaylarından söz eder misiniz?
Günümüzde İslâm’ın şiddetle ilişkilendirilmesi ve aslında şiddetin İslâm’ın bir sonucu olduğu imajının verilmesi Batı’nın oluşturmaya çalıştığı olumsuz bir imajdır. Bunda iki faydanın amaçlandığı söylenebilir. Birincisi batı medeniyetinin, ilk karşılaşmadan beri kendisi için tehlike ve tehdit olarak gördüğü İslâm medeniyetine olumsuz bir imaj oluşturmak, ikincisi ise Batı’nın kendi tarihindeki olumsuz imajı gözlerden kaçırmasıdır.
Batı tarihine baktığımız zaman İslâm medeniyetiyle kabil-i kıyas olmayacak şekilde şiddetin kullanıldığı görülecektir. Üstelik kilise bu şiddetin genellikle ortağı ve meşruiyet kaynağıdır. Engizisyon mahkemelerini hatırlayalım. Burada yasal olarak işkence edilmek suretiyle öldürülen binlerce insanı… Kanun çıkarılarak dinleri zorla değiştirilen Endülüs Müslümanlarını… Dinleri ve isimleri değiştirildikten asırlar sonra bile gizli Müslüman oldukları ithamıyla engizisyon mahkemelerine çıkarılıp işkence cezasına çarptırılan mazlumları… Amerika’da memleketleri istila edilen Amerika yerlilerine yapılanları… Batı’da meydana gelen iki dünya savaşında öldürülen suçsuz on milyonlarca insanı… Amerika’nın insan, hayvan, bitki bütün canlıları yok eden atom bombalarını…
Cezayir’de öldürülen milyonlarca Müslüman, Libya’da ve diğer İslâm topraklarında öldürülen binlerce insanı hatırladığımızda Batı medeniyetinin, kan ve şiddet üzerine yükseldiğini söylersek yanlış olmaz.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. 1995 yılında Avrupa’nın ortasında bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleştirilen Srebrenitsa Soykırımı’nı hatırlayalım. Binlerce sivil Müslüman kurşuna dizilerek ve binlerce kadına tecavüz edilerek dünyanın en acı şiddetine maruz bırakılmışlardı.
Hemen hemen aynı dönemde 1994 yılında Ruanda’da Batı’nın ektiği fitne sebebiyle meydana gelen ve Batı güçlerinin olduğu bölgede gerçekleştirilmesine göz yumulan Ruanda Soykırımı’nda 800.000’den fazla insan öldürülmüştü. Üstelik modern silahları olmadığı için katiller öldürülenlerin çoğunu kasaturalarla ve bıçaklarla öldürmüşlerdi. Bu soykırım, Batı’nın alnına sürülmüş kara bir leke olarak temizlenmesi güç bir olaydır.
Son dönemde yaşadığımız Amerika’nın Irak işgalinde toplam kaybın ne kadar olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ölen insanların sayısının bir milyondan fazla olduğu kesindir.
Batı, şiddet konusunda, diğer kavram ve değerlerle ilgili olduğu gibi çifte standart uygulamaktadır. Şiddete maruz kalan ya da ölen kendi vatandaşıysa olayı olabildiğince abartır. Şiddeti yapan kendileri ya da desteklediği kişi ya da gruplarsa görmezlikten gelir.
Mısır’da darbe yapanları destekleyen Batı’nın buradaki sistematik şiddetten sorumlu olmadığını söyleyebilir miyiz?
“MÜSLÜMANLARIN BATI KARŞISINDA GERİLEMESİ VE YENİLGİSİ BİRKAÇ ASIRLIK SÜREÇTİR”
Kitabınızda Müslümanların Batıya teslim olduklarını söylüyorsunuz. Müslümanlar niçin batıya teslim olmuş?
Müslümanların Batı karşısında gerilemesi ve yenilgisi birkaç asırlık süreçtir. Bu süreç devam etmektedir. Müslümanlar, genellikle sorunun farkında olmadıkları gibi doğru bir teşhis de koyamamaktadırlar. Batı medeniyetinin Müslümanların zaaflarından yararlanarak sömürüye devam ettiği, en azından elindeki gücü terk etmeye niyetli olmadığı açıktır.
Müslümanların arasında Batı’nın muhipleri ve işbirlikçileri var. Bunları da kullanarak yenilmezlik imajını pompalamaya devam ederken bir taraftan da İslâm dünyasının genetikleriyle oynamaya çalışmaktadırlar. Dikkat edilirse Batı’da farklılıklar üzerinden bir kültür inşa edilmeye çalışılırken İslâm dünyasında farklılıklar, çatışma ve bölünme sebebi yapılmaktadır. Bizim iç sorunlarımızın farkında olarak Batı’nın bu hususta masum olmadığını unutmamamız gerekir.
Müslümanların duygusal olarak Batı’ya teslim olmalarını gösteren örneklerden biri, Suriyeli mültecilerin emin bir şekilde sığınak olarak bir Müslüman ülke yerine ölüm ve reddedilme riskine rağmen Avrupa ülkelerine yönelmeleridir.
Teknolojik olarak geri kalmışlığımız, Batı’nın insan hakları alanındaki ilerlemesi, yaşadığı bütün sorunlara rağmen Batı’nın Müslümanlar için cazibe merkezi olmaya devam etmesini sağlamaktadır.
Tabii Batı’yı yüceltme ve teslimiyet duygusuna girmenin sebepleri arasında despot yöneticiler ile Batı hayranı veya sözcüsü aydınlardır. İslâm ülkelerinin aydınları arasında kendi kültürüne yabancılaşma ve hatta düşmanlık yaygındır.
Despot idareciler, Batı’ya rahmet okutacak cinsten baskı yapabilmektedirler. İslâm dünyasında sağlıklı gelişen bir muhalefet anlayışı neredeyse yok gibidir. Bazı ülkelerde muhalefet, tehlikeli olmadığı oranda meşrudur. Bazı ülkelerde ise muhalefetin her türlüsü tahammülsüzlükle karşılanır.
Yaşadığı toplumun değerlerinden uzak, hatta kendi medeniyetiyle ilgili referansları Batı olan aydınların Müslüman toplumuna verebilecekleri, teslimiyet duygusundan başka ne olabilir ki?
İSLAM ŞİDDETİ YASAKLAMIŞTIR
Hocam kitabınızda şöyle bir başlık var.“Günümüz İslam toplumunda şiddet eğilimli hareketleri doğuran etkenler” peki bu etkenler nelerdir?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki şiddet eğilimli hareketlerin yaptıklarından yola çıkarak onlara yönelik eleştirel ve dışlayıcı bir tutumun ötesine gitme gereği görmemek sorunlu bir anlayıştır. Bu sebeple sorunu doğuran etkenler üzerinde düşünmek, konuşmak ve çıkış yolları aramak gerekir. Belki şiddet eğilimli insanların varlığını tamamen engelleyemeyiz. Ancak bu tip hareketlerin doğurduğu algıyı değiştirerek sorunu azaltabiliriz.
İslâm, kontrolsüz bir şiddeti reddettiği gibi Müslümanların Müslümanlara ve hatta Müslümanların başka din ve inanca sahip olan insanlara dahi şiddet uygulamasını yasaklar. Ölünün uzuvlarını keserek cesedine zarar verme, düşman için bile yasaktır. Ancak durum böyle olmasına rağmen şiddetten beslenen insanlar olduğu bir gerçektir. Bunların örneklerine kendi medeniyetimizde de karşılaşıyoruz. Hatta bu insanların bir araya gelerek örgütlendikleri ve İslâm’a karşı oluşturulmaya çalışılan olumsuz algının figüranları olarak kullanıldıklarını da görüyoruz.
Şiddet eğilimli insanlar incelendiğinde bunların psikolojik problemleri olduğu ya da yetiştirilme yöntemlerinde ciddi sıkıntılar yaşandığı görülür. Şunu da ifade edelim ki şiddeti herkes eleştirirken toplumda yaygın bir şiddetin varlığı da inkâr edilemez. Mesela annelerin çocuklarına karşı fiziksel ve psikolojik şiddeti, erkeklerin eşlerine karşı şiddeti kadar tehlikeli ve muhtemelen daha yaygındır. Neticede bu insanlar, mevcut ailelerin içinde yetişmektedirler. Dışarıdan ithal ettiğimiz kimse yok.
Güçlünün zayıfı ezdiği, zayıfın sığınacak bir merci göremediği bir toplumda şiddetin sorun olması kaçınılmazdır. Burada devletin ve hukukun sığınma mercii olarak algılanamadığı, zira adalet duygusunun aşındığını da hatırlatmak gerekir. Suç işleyenin yanına kalıyorsa şiddeti uygulayan bundan cesaret alır. Nitekim verilen cezalar caydırıcı olmadığı için kadın cinayetleri ya da genel olarak katil suçu işleyenler bundan cesaret alabilmektedirler.