Bu süreçte benim de içinde yer aldığım ilk askerler; Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile ordudan atılıyordu. Fakat BÇG’nin fişlediği irticacı askerlerin sayısı çok fazlaydı. YAŞ dosyaları yüzlerceydi ve bu dosyaların şura üyeleri olan sivil yöneticiler tarafından incelenmesi çok uzun süre alıyordu.

Kurnazlıkta mahir olan darbeci generaller, YAŞ kararı ile ordudan atılmasının yanında bir de “Üçlü ve İkili Kararname” ile dindar askerlerin ordudan atılması sürecini başlattılar. Bu sayede YAŞ inceleme süresi uzamayacak; kısa yoldan askerlerin Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiği kesilebilecekti. 1997 yılında sayıları 200 veya 300’ü bulan asker ordudan atılmaya başlamıştı.

Ak Parti’nin 2002 yılında yapılan genel seçimleri kazanmasından sonra da bu süreç değişmeyecekti. Seçim vaatleri arasında “ordudaki dindar asker kıyımına son verileceği” iddiası yer almasına rağmen Ak Parti döneminde de ordudan atılmalar hız kesmedi. Hatta sayısı daha fazla artmaya başlamıştı.

Çünkü darbeci generaller “orduda bizim sözümüz geçer” diyerek halkın oyları ile gelmiş hükümeti ve Başbakan Abdullah Gül ve sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatlarına uymuyorlardı. Öyle ki Milli Güvenlik Konseyi ve YAŞ toplantılarında sayıca çok olduklarından güç alıyorlardı. Darbeci generallerin küfürlü ve argo sözleri daha da artmış üst düzey generallerin küstah bir biçimde sivil yöneticilere karşı kullandığı çirkin sözlerin yapıldığı toplantılar sıradan hale gelmişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, o süreçte Başbakan olduğunda; yargı denetiminin yapılmadığı gerekçesini kullanarak ordudan atılan askerlerin dosyalarına “şerh” koymaya başlamıştı. Bu nedenle YAŞ kararı ile ordudan atılan askerlerin sayısı azalmış re’sen emekli edilen askerlerin sayısı ile çok artmıştı. Her iki usulde de Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı bu kararları imzalıyordu.

Ordudan atılan askerlerin dosyalarına “Şerh” koyulmasının hiçbir faydası olmuyordu. Zira atılan insanların baş başa kaldığı sorunların çözümünde farklı bir durum olmuyordu. Kamuda çalışması mümkün olmadığı gibi sivil kurumlarda da iş bulup ailesini geçindirme telaşı içinde olan bu asker arkadaşlarımın önüne her türlü engel çıkarılmıştı. Fakat “dostlar alışverişte görsün” misali “darbecilere tamamen teslim olmadık” mesajı verilmeye çalışılıyordu.

Bu arada başka bir tasfiye girişimi de başlatılmıştı. Dindar askerlere “bak ordudan atılacaksın, iyisi, istifa et ayrıl!” şeklinde bir baskı yapılıyordu. Bir çok asker emekli dahi olamadan istifa ederek askerlik görevlerinden ayrılarak “ordudan atılmış asker” suçlamasından kurtulmuş oluyordu.

Günün sonunda “28 Subat Süreci” ile birlikte 10 bin asker ordudan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bunların 1600 kişisi benim gibi YAŞ kararı ile 3300 civarındaki asker ise kararname yolu ile emekli edilmişlerdi. İstifa edip ayrılmak zorunda kalan dindar askerlerin sayısı ise yaklaşık 5000 civarındaydı.

Kararname yolu ile ordudan atılan arkadaşlarımızın yargıya gitme hakları vardı. Fakat askeri yargı, bütün müracaatları hukuka aykırı bir şekilde reddederek karara bağlıyordu. Zira Genelkurmay’a bağlı bir sicil sistemi, bağımsız karar verme imkanının önüne geçmişti. Zaten bu dönemin en önemli özelliği, Türk Silahlı Kuvvetlerinin “devlet içinde devlet” haline gelmesiydi. Genelkurmay Başkanları keyfi hareket ediyor akla ziyan emirler vererek ülkemizin itibarını zir-ü zeber ediyorlardı.