Hakkın hatırı alidir, gerçekleri zarar görmek pahasına da olsa söylemek lüzumu vardır. Hele de bu hakikatler İslâmiyet’e taalluk ediyorsa, asla tereddüt edilmemelidir. Kim kırılır, kim kızar; beş para ehemmiyeti yoktur.
Sakın zannedilmesin ki bu yazı ve sözler Osmanlı düşmanlığıdır. Haşa ve kellâ! Değildir, o muhteşem devletin iyiliklerine ve hasenatlarına asla gölge düşürmez. Aksine, Cihan Devleti Osmanlı’nın iyilikleri o kadar çoktur ki söylemek kitaplara sığmaz. Bunu daima yapmaktan şeref duyarım. O noktadan bakmamalı zira çok özel ve çok tartışılan bir konuya bakmaktadır. Muhakemesi yerinde olanlar maksadıtakdir etmekte zorlanmaz ve hak verirler. Çünkü Osmanlı hukuk sisteminin ana direği, elbette ki “Şer’-i Şerîf” idi. Buna itiraz edilmez.
Lakin Osmanlı hukuk geleneğinin belki en çok rahatsız edici yönü ve özelliklerinden birisi ise, dört temel şer’î hukukî delili yeterli görmeyip haddi aşmasıydı. Yani ayet,hadis,icma ve kıyası yeterli görmeyip şeriatın açık-kesin hükümleriyle çelişmemesi şartıyla cevaz vermiş olduğu ‘beşinci delili’ yani “örfî hukuku” etkin ve bazen söz konusu edilen dört delilin de alanına müdahale edecek derecede kullanmasıydı.
İşte bu tavır ise saltanat sistemini, İslam’la uyuşturmaya çalışmaktan tutun da “hikmet-i hükumet” kurgusuna veya şehzade katlinin meşruluğundan, meşhur istibdat devri uygulamalarına kadar hayli yanlışı “doğruya” çevirebilmişti. Halen de çeviriyor nice zihinleri bu günahlara ortak edebiliyorlar. Aman sakın ha. Zaten yeteri kadar günaha bulaşmış insanların böyle işlere cesaret etmesi ciddi anlamda çok tehlikelidir. Üstelik aynı tavır, bu meselelerde sesini yükselten mümin vicdanları ise cahillikle suçlayarak “bilmediğiniz şeyler var!” kolaycılığıyla hakaret noktasına kadar gidebilmektedir. Oysa muhtemel bir tehlikeye karşı şehzade katlini hala mazur ve meşru gören ama “insaniyet-i kübra’nın” özellikle de ahir zamana bakan dersine talebe olduğuna inanan kimi müminlerin, “adalet-i mahza” hakikati ile “umumun selameti için fert feda edilebilir” anlayışının birbiriyle uyuşupuyuşmadığını, bilmeleri gerekir. Hassaten Bediüzzaman Said Nursi’yi okuyup anlamaya çalışanların bu noktada hataya düşmesi inanılamaz bir ayıptır. Dahası, umumun selameti için ferdin feda edilmesinin ancak “ehven-i şer” ve istisnai bir çare olabileceği; muhayyel ve muhtemel gerekçelerle masumun hukukuna girmenin dinle bağdaşamayacağı; her ferdin hukukunu gözetmenin ise esas ve asıl hukukî gaye, metot olduğu gibi hakikatler, ecdadın ruhunu incitecek derecede bir ecdat sevgisine kurban edilmemelidir.
Bu bağlamda, “Kişinin kavmine zulümde yardımcı olması taassuptanasabiyettendir.” (İ.Mâce, Fiten, Hadis no: 3949) hadisinde ifade buyrulan “zulümde yardımcı olmak” fiilinin, “kavminin geçmişte yaptığı hatalara, hikmet ve masumiyet yükleyerek onları şu anda da savunuyor olmayı” kapsayabileceği unutulmamalıdır.
Bu ihtimal dahi aklı başında olan insanı titretir, vesselam…