Maalesef bu ince ayrıntı günümüzde bazı kişiler tarafından anlaşılamamaktadır. Onlara göre Sultan Hazretleri velayet sahibi olmakla adeta hatadan masum ve dokunulmazdır. Aynı Şii inançtaki “imam-ı masum” kavramı ile meseleye bakmaktadırlar. Hal böyle olunca zamanında Sultan’a haklı nedenlerle dahi itiraz edenlere düşmanca bir tavır gösterilmektedir.
Bediüzzaman hakkında yapılan haksız bir eleştiri de “yıllar sonra Sultan’ın torunundan helallik istemesi” meselesidir. Bu konuda 15 yıl önce yazmış olduğum bir makale vardır. Bazı medya organlarında bu konu defalarca gündeme gelmiştir.
İddiaya göre 1959 yılında, Ankara’da, Sultan’ın torunundan helallik istemiş. Bu iddia; aşağıdaki nedenlerden dolayı gerçek değildir. Akla ve vicdana aykırıdır:
Bediüzzaman, 1960 yılında vefat etmiştir. Vefatından önce Isparta’da ikamet etmektedir. Son yolculuğuna çıkmak üzere vefatından kısa bir süre önce Urfa’ya gitmek istemiş ve bin bir güçlükle karayoluyla gitmiştir. Urfa’ya gitmezden 3 – 4 ay kadar önce 1 günlüğüne Ankara’ya gitmiştir. Ancak bu yolculukları esnasında talebelerinden ayrı geçirdiği bir zaman dilimi olmamıştır. Eğer olsa idi hatıralarda geçerdi.
Dedesine yapılan bir yanlıştan dolayı torunundan helallik istemenin fıkhen geçerli olmadığını, Bediüzzaman’ın böyle bir harekete ihtiyaç duymayacağı bir parça dini bilgisi olanların malumudur. Çünkü eğer özür dilenecek helallik istenecekse bizzat o kişinin kendisine yapılmalıdır.
Bediüzzaman’ın eski eserleri de 1950’li yıllarda matbaada çoğaltılırken, bu eserlerinde Sultan hakkında yaptığı eleştirileri ihtiva eden kısımlar aynıyla muhafaza edilmiş, mecmualardan çıkarılmamıştır. Eğer “helallik isteseydi” o hususta yanlış yaptığını kabul etmiş olurdu. Fakat bu konuda hiçbir değişiklikte bulunmamış eski eserlerindeki ifadeleri aynı ile neşretmiştir. Bediüzzaman yaptığı tüm uyarı ve eleştirileri hak namına yaptığından öylesine emindir ki; kitaplarda bunları aynı ile muhafaza etmiştir. Ne pahasına olursa olsun Allah rızası için bir İslam Alimi olarak uyarısını yapmıştır.
Bediüzzaman istikbalde gelecek esas büyük istibdadı önceden hissetmiş ancak “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd” diye tabir etmiştir. Fakat sonraki yıllarda gelecek baskı yönetimi için ise “pek şiddetli külli istibdâd” olarak tanımlama yapmıştır.
Sonuç olarak şunları söyleyerek biz de uyarı ve ikaz görevimizi yapalım:
Günümüzde Cumhurbaşkanı Erdoğan için aynı Abdülhamid gibi değerlendirmeler yapılmaktadır. Bir çok kişi çoğunlukla haksız ve yersiz olarak Erdoğan’ı eleştirmektedir. Erdoğan’da siyasi kariyerine ve tecrübelerine uygun olarak bunlara layığı ne ise pek güzel olarak cevap vermektedir. Zaten eleştiriden çekinen bir insan siyasi parti başkanı veya Cumhurbaşkanı olamaz, olmamalıdır da.
Burası gayet normaldir. Lakin bazı kişiler ise aynı Abdülhamid’e karşı gösterilen aşırı sevgi gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da aynı tavrı göstermektedirler. Yapılan her eleştiriyi önyargılı olarak toptan reddetmektedirler. Hatta bu konuda benim yazılarımı aşırı bulup tenkit eden çok sayıda dostum oldu.
Peki, sorayım o zaman: “Ayasofya’yı cami olarak aç” diye 20 yıldır yaptığım tenkit, yanlış mı oldu?
“Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır” dediğim için günaha mı girdim.
Şimdi defalarca yazıp tenkit ettiğim “Ordudan eşi başörtülü diye atılan askerlerin haklarını ver” ve “28 Şubat 1997 darbecileri müebbet hapis cezası aldığı halde serbestçe geziyor. Bunları kodese tık” diye eleştiri yaptığım zaman bel altı yumruk mu vuruyorum?
Aile kurumunu tahrip edip yozlaştıran İstanbul Sözleşmesine, karşı çıkmak ve eleştiri yapmak aynı Abdurrahman Dilipak’a yapıldığı gibi 81 ilin adliyesinde dava açmakla mı sonuçlanmalıdır?
Eğer eleştiri yapılmayıp aynı Abdülhamid döneminde olduğu gibi meydanı yağcı ve dalkavuklara bırakırsak işte o zaman Şanlı Osmanlı Devleti gibi devletimiz de tehlikelere maruz kalacaktır.
Rabbim kıyamete kadar aziz vatanımızı ve cümle Müslümanları korusun, vesselam…