Şimdiye kadar oluşturulan İslam algısı ‘’sınırlılıklar’’ ve ‘’kurallar bütünü’’ tanımlamalarına dayanıyor. İslam’ı ‘’gerici’’ yaftasıyla tanımlayanların yaptıkları tarihe kara bir leke olarak yazılmış vaziyette. Öyle ki insanları inançlarından dolayı toplumdan dışlayıp, eğitim kurumlarına almamak insanlık adına utanç verici durumlardı. Şimdilerde bunlar konuşulmasa da yani mesela artık ‘’başörtüsü yasağı’’ diye bir şey olmasa da halen inançlı kesim ‘’geri kafalı’’ olarak nitelendirilmekte. Sebebi ise, inançlı olmak seküler toplumlarda fazla bir şey ifade etmiyor artık. Üstelik bu dindar kesimde de olabilen bir durum. Öyle dünyevileştik ki tesettür kavramının bile içi boşaltıldı. İlerlemeyi eğitim ile teknolojinin gelişmesi ile bir tuttuk ve ‘’tevhid’’ inancı artık sadece dillerde olan, kalplere inmeyen ve hayatımıza yansıtamadığımız bir şey. Adı Müslüman olan ama hayatı asla ve asla İslam’a göre yaşamayan birçok insan var. İslam’ın yasakladığı şeyler normal karşılanıyor, benlik algımız İslam ahlakının, kurallarının önüne geçiyor. Çünkü bizler ne yazık ki batı toplumlarında ki lüks ve rahat yaşamı mütevazılığa, sadeliğe tercih ettik…
Eleştirilen şeyler hayatımızın bir parçası oldu. Bir zamanlar ‘’başörtüsü yasağı’’ vardı belki ama o dönemler de ki bilinç şimdiler de yok. Aliyaİzzetbegoviç’in bir sözü var ‘’Savaş düşmana benzediğinde kaybedilir.’’ Diye. Öyle doğru ki… Küresel hayatın kapitalist düzenin insan onurunu, gururunu hatta hayatını hiçe sayan düzeninin bir parçası olduk resmen. Oysa bizler bu düzene karşı çıkmalıydık değil mi? Onlar gibi olmak yerine. Şatafatlı yaşamlar yerine ‘’sadelik’’ düsturumuz olmalıydı. Çünkü bizler hz. Peygamberin ümmetiydik. Yani böyle diyoruz ama uygulama da gerçekten inançlı insanlar dışında bunları uygulamaya çalışan çok az insan var. Öyle üzücü ki bu… İnternetin ceplerimize kadar girmesi, sosyal medya illeti gibi bir illet ile hayatımızı sürdürme zorunluluğumuz insanları şekilden şekle sokuyor. Popüler olan ‘’olması gereken yaşam biçimi’’ oluyor. İçi boş, kökü çürük bir nesil yetişiyor. Ve bunlara insanlığın ‘’gerici’’ yaftasını yakıştırdığı İslam da cevaplarını bulma zorunluluğumuz doğuyor. Bizler ise kolaycılığa kaçıp bunu yapmıyoruz. Aslında yapamıyoruz. Çünkü zihinler öyle bulanıklaştı ki, içinde bulunduğumuz çağa ayak uydurma çabaları inancımızın önüne geçiyor.
Çözüm inancımızda iken, sorun oymuş gibi davranıyoruz. İslam denilince akıllara sadece din, namaz, oruç, ibadet, tesettür mü gelmeli? İslam’ı sadece bu kalıplara sıkıştırmak ne derece doğru? Asıl bu gericilik değil mi? Bizler bu dinin ahlak boyutunu ne kadar önemsiyoruz? Bu din yaşamlarımızı ne derece inşa ediyor? Birçok soru var, sorgulamamız gereken. Belki sadece tesettür, ya da ibadet kısmı bizi ilgilendiriyor gibi davranıyoruz. Ama bu din bir yaşam tarzı ve dünya görüşü olmalı… Haksızlığın karşısında dimdik durmak, yalnızca Allah’a dayanıp güvenmek ve O’ndan yardım dilemek, mazlumun, yoksulun yanında olmak, sadeliği savunmak, yaratılmış her canlıya sahip çıkmak bu din de yokmuş gibi davranamayız. Çünkü İslam ahlakı tam olarak bu. Hz. Peygamber’in ahlakı tam olarak bu… O’nun yaptığı evlilikleri konuştuğumuz kadar, ahlakını konuşmuyoruz. Bir tel sakal-ı şerifine gösterdiğimiz özeni hayatını anlamaya çalışarak göstermiyoruz. Oysa o ne demişti veda hutbesinde; ‘’Size iki emanet bırakıyorum. Onlar Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetidir.’’ Bizler bu ikisine sarıldığımız sürece kurtuluşa ereceğiz… Yoksa yok olup gideceğiz…