Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde bu konuya açıklık getirerek devlet kapısında dilencilik manasında olan memuriyetin ülkemizin gelişmesinde ne derece olumsuz etkisi olduğunu ifade etmiştir:
“Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk… Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir (dilencidir). Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder. İşte memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi’ ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik”.
Gerçek düşmanın cehalet, zaruret ve ihtilaf olduğunu ifade eden Bediüzzaman, cehalete karşı eğitimi; zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da her zamanın geçerli ve temel meslekleri olan “ziraat, ticaret ve sanatı” tavsiye eder.
Memuriyeti ve idareciliği temel meslek olarak görmeyen Bediüzzaman, memuriyet ve idareciliğin geçim kaygısı ile değil, millete hizmet etmek amacını taşıması gerektiğine dikkat çeker.
Günümüzde yaygın olarak kabul görmüş diğer bir kuralda “Bir ülkenin kalkınması müstahsillerin (üreticilerin) çoğalması ve müstehliklerin (tüketicilerin) az olmasıdır. Eğer ülkede üreticiler azalır, tüketiciler çoğalırsa o ülke fakir düşer. Kapitalist ekonomik sistem, tüketimi çoğaltarak insanları sömürü ve modern köleliğin bir aracı haline getirmiştir.
Memurlar ve idareciler tüketici sınıfını teşkil ederler. Toplum hayatının devamı ve ihtiyaçlarının giderilmesi ancak sanat, ticaret ve ziraat alanındaki üretime bağlıdır. Şayet ihtiyaçtan fazla üretim olursa o zaman ülke halkı fazlasını dış ülkelere ihraç ederek ülke kalkınmasına ve zenginliğine hizmet etmiş olurlar.
Hükümetimizin kalkınma modeli de üretim ve ihracatı arttırarak büyüme olduğu için isabetli bir yöntemdir. Fakat bunu ciddi bir şekilde yapabilmek için en büyük savurganlığın yaşandığı kamu örgütlenmesinde ciddi yapısal değişiklikler yapılması şarttır.
İsrafa alışan idareci ve memurların çok olduğu, tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin gözünü devlet kapısına diktiği bir ülke elbette fakir düşer. Bundan başka diğer bir konu da ülke idaresinin hürriyetçi olup olmaması, demokratik değerlere sahip çıkıp çıkmaması ile doğru orantılıdır. Bilhassa ırkçılığı devlet politikası haline getirmiş ve devletçiliği ilke olarak benimsemiş bir “ulus devletin” ülkede yaşayan farklı ırk ve kökenden gelmiş, farklı dil ve kültüre sahip insanları şevk ve gayrete getirerek ülke kalkınmasına katması zordur.
Bu hamur biraz fazla su götüreceğinden bir sonraki yazımıza bu konuda yer açalım, vesselam...