Kâinatın neredeyse her şeyiyle alâkadar olan ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen insan ruhu; “Allah birdir” sözünde öyle bir kurtuluş bulur ki kendisini bu perişan durumdan kurtarır. Der ki; Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara karşı zillet içinde minnet edip elem çekme. Onlara bakıp boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Kâinatın yaratıcısı birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu talebini bulursun. Hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulursun…

Dua ettiğimiz Allah’ın ulûhiyetinde ve saltanatında ortağı, şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, icraatında ve icat ederken dahi ortağı yoktur. İnsanlardaki gibi değildir. Bazen olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun ortağı sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında ortağı olmadığı gibi, icraatında da yardımcılara muhtaç değildir. Emir ve iradesi, güç ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Ortağı ve müracaat edilen başka bir mercisi olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin” denilmez.

İşte, ortağı ve yardımcısı olmayan Allah’a iman etmek insana şöyle bir müjde verir ki:

İmanı elde eden insan ruhu, mânisiz, müdahalesiz, yardımcısız, engeli olmadan, her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezeli ve Rabbiyle görüşebilir. Rahmet hazinelerinin ve saadet saraylarının sahibi olan Allah’ın huzuruna girip dua ederek ihtiyaçlarını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine dayanarak ferah ve süruru kazanabilir.

Mülk ve kainat tamamıyla O’nundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Bu kelimede de şöyle şifalı bir müjde var ve diyor: “Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul”

Hem der ki; çok sevdiğin, alâkadar olduğun, perişan olmasından teessür duyduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefasını değil, safâsını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi; “Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Hamd ve senâ, medih ve minnet O’na mahsustur, O’na lâyıktır. Demek nimetler O’nundur ve O’nun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte şu kelime şöyle müjde verip diyor ki;

Ey insan! Nimetlerin son bulmasından, ölümün gelmesinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin sonunu düşünüp o elemden feryat etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir nihayetsiz rahmet sahibinin semeresi, ürünüdür. Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifatı hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin.

Hayatı veren O’dur. Ve hayatı rızıkla idame eden de O’dur. Hayatın gereklerini de hazırlayan yine O’dur. Ve hayatın yüksek gayeleri O’na aittir ve mühim neticeleri O’na bakar. İşte şu kelime, şöyle fâni ve aciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der: “Ey insan! Hayatın ağır teklifini omzuna alıp zahmet çekmeyiniz! Hayatın sonunu düşünüp hüzne düşmeyin. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık göstermeyin. Vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm olan Allah’a aittir. Masraflarını ve gereklerini O, tedarik eder. Ve o hayatın pek çoki gayeleri ve neticeleri var. Hepsi O’na aittir.