Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Kasım konuşması, tarihsel önemde tespitler içeriyordu. Aslına bakarsanız Sayın Erdoğan, daha önce defalarca benzer şeyleri söylemişti; ama anlamamakta direnenleri görmüş olmalı ki bu kez bizim söylediğimiz üslupla söylemeyi tercih etti.
Erdoğan’ın konuşmasından aynen alıntılıyorum: “Şayet, Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir on yıl daha ülkeyi yönetmeye elverseydi, hiç şüphesiz İkinci Cihan Harbi sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik. Maalesef Gazi’nin vefatı ile bu fırsatı kaçırdık.”
Bu sözlerde zerrece yanlış yok. 1922’de İstiklal Harbi’ni kazandık ama Lozan’da arzu ettiğimiz kesin zafere ulaşamadık. Lozan’a yenilgi demek büyük haksızlıktır, böyle bir şeyi kastetmiyorum. Sadece günün askerî ve siyasi koşulları altında hakkımız olanı değil, gücümüz yettiği kadarını alabildik diyorum.
Nitekim genç Cumhuriyet’in ilk yılları boyunca Atatürk’ün en önemli iki hedefi vardı. Biri iktisadi kalkınma, diğeri yarım kalan Misak’ın tamamlanması. Açık diyelim, Meclis kararı ile çizilmiş olan vatan topraklarının bütünlüğünün sağlanması.
Boğazlar ve Marmara Denizi üzerindeki egemenliğimizi, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi ile tesis edebildik. 1936-39 süreci ile Hatay’ı Türkiye topraklarına kattık. Detayları yazsak kitap olur, özetle her ikisi de Gazi’nin siyasi dehası ve kararlılığının sonucudur. O zamanlar Türkiye’nin uçaktan bombaya her tür silahı geliştirmek için çabalaması da bu “vatan bütünlüğü” amacı ile ilgilidir.
Atatürk’ün ölümünden sadece bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Yaklaşan savaş öncesi emperyalistler arasındaki gerilimleri kullanarak iki büyük kazanım elde eden Türkiye, şayet Atatürk iş başında olsa idi savaş koşulları altında kim bilir neleri kazanırdı? Bir düşünün.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vurgu yaptığı yer, işte tam da burası. Biz tarihin o dönemini, savaşa girmek veya girmemek şeklinde okuruz. “İsmet Paşa, ülkeyi savaşa sokmayarak başarı elde etti.” deriz, doğrudur. Böylesi yıkıcı bir savaştan ülkeyi korumak da bir başarıdır. Ama işin ikinci boyutunu sormakta eksik kalırız: Tamamen dışarıda kalmamızın bedeli ne olmuştur? Türkiye’nin Batı’ya/NATO’ya mecburiyeti, gelecek yıllarda bize neyi kaybettirmiştir?
Bundan çok daha önemli soru ise liderlik vasıfları ile ilgilidir: Neden üçüncü bir yol olmasın? Savaş girmek veya girmemek dışında, Türkiye’nin çok daha kârlı çıkacağı bir üçüncü yol inşa edilemez miydi? İşte bakın burnumuzun dibinde Ukrayna-Rusya Savaşı devam ediyor. Aslında savaş, tüm Batı bloku ile Rusya arasındadır ve Türkiye, bir NATO üyesi olmasına rağmen tarafsız pozisyon almayı başarabiliyor. Almanya, Polonya gibi ülkeler çok ağır bedeller öderken Türkiye hem ekonomik olarak zararını minimum da tutuyor hem de Rusya ile yakınlığını uluslararası arenada bir kaldıraca dönüştürüyor. Aynı anda, bir yandan NATO’nun genişlemesine izin verirken öte yandan BRICS’e üyelik başvurusu yapıyor. Demek ki liderlik dehası, üçüncü bir yolu mümkün kılabiliyor.
Bunun için “1940-50 arasını Atatürk’ün liderliğinde geçirse idik bambaşka bir Türkiye olurduk.” demek hiç de boşuna değildir. Böylesi bir senaryoda, bugün en azından Musul ve Kerkük tekrar vatan toprağı olur, Uşi Anlaşması ile zaten bizim olan 12 Ada, Yunan’da kalmazdı. Şimdi 80 yıl geriden yakalamaya çalıştığımız uçak ve silah teknolojisinde ise belki dünya lideri olurduk; çünkü savaş sonrasında başta Batılılar ile eşitsiz ilişkilere girmek zorunda kalmazdık.
En önemli noktaya gelince…
Erdoğan’ın sözleri çok isabetli ama nihayetinde tarihle ilgilidir. Önemli olan ise tarihten ders alabilmektir. Öyle ise tam bağımsız Türkiye idealinden vazgeçmeyenler için bugünün dersi nedir?
Bunun için Devlet Bahçeli’nin “Yeniden Erdoğan” diyen mesajına bakmak gerek. Şayet milletler yüzyılda bir büyük liderler çıkarabiliyorsa eğer, bugünkü lidere sonuna kadar sahip çıkmak, Tayyip Erdoğan’ın bir 10 yıl daha yönettiği Türkiye’de ısrar etmek gerekmez mi?