Çünkü aleyhimizde gelişen statükonun bozulmasından rahatsızlık duyuyorlar demektir ki; bu ise milli bilincin ne derece sukut ettiğine bir delil olur. Yahu! Ezik ve zillet içinde bir Türkiye’den kime ne hayır gelir? Niçin Osmanlı dedemiz gibi başı dik, onurlu ve büyük bir devlet olamaya gayret etmiyoruz? Başımızı dik tuttuğumuz zaman bundan gocunan kimler acaba? Lozan anlaşmasının toprak parçalarındaki egemenlik hakları ile ilgili bölümleri bu şekildedir. Batum ve daha nice toprak parçası ile ilgili haklarımız terk edilmiş olup bir hicran yarası olarak kalmıştır. Hala Lozan için “zafer” diyenler ya su katılmamış ahmaktır ya da kasıtlı olarak tarihimizi çarpıtmaya çalışan kurnaz İslam düşmanları- dır. Yahu toprak parçaları ile ilgili bölümler bu kadar açık ve net bir biçimde elimizden alınmış ve millet olarak bizi aşağılayan devletlere karşı hala Lozan’ı övüp hayran kalmanın anlamı nedir? Şimdi Kıbrıs, Boğazlar, Irak ve Suriye konusunda kaybettiklerimizi 95 yıl geçtikten sonra geri almaya çalışıyoruz. Diğer taraftan Kanal İstanbul sayesinde Boğazlar Türkiye’nin tam egemenliği altına alınacak Boğazlardan geçişte artık eskiden olduğu gibi beleş geçmek olmayacak. Aslında güçlü bir siyasi irade olsa 6 mil dahilindeki bütün küçük Ege ada ve kayalıklarını da sınırlarımız dahiline alma imkanımız dahi vardır. Çünkü bizimkiler uyurken Yunanlılar bir çok ada ve kayalığa kendi bayraklarını çekmişlerdir. Bir gece ansızın gidip o bayrakları kaldırıp yerine “Ay Yıldızlı” İslam sembolü sancağımızı dikmemiz gerekiyor. Nasıl ki Suriye’ye girerek PKK paçavralarını kaldırdığımız gibi, Lozan’da kaybettiğimiz milli yeminimizin kalan parçalarını geri almaya çalışmamız şarttır. Lozan’ın içyüzünü anlatan Necip Fazıl Kısakürek, yıllarca memleket hapishanelerinde çile çekmiştir. Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de; Emirdağ Lahikası aşağıdaki şu kısımda geçtiği üzere Lozan’da yaşadığımız kayıpları dile getirmiştir. Bu nedenle her iki İslam kahramanını pek sevmezler. Bera-yı malûmat arz ediyorum: Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden. İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.” Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki: “Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri -yâni İsmet’in beslediği- azmin, inkâr edilmez delilidir.” Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır… Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdı- nız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz” vesselam…