Onlara “sanatçı” dedik durduk, oysa çoğunun yaptığı iş sadece toplumu eğlendirmekten, oyalamaktan ibaretti. Güldük, eğlendik, oyalandık. Sayemizde ünlendiler, çok sevildiler; çıktıkları her sahnede aldıkları alkışın bağımlısı oldular, sonunda kendilerini birer “aydınlanma meşalesi” sandılar.

Azı eğitimli, çoğu eğitimsiz; kimi komedyen, kimi şarkıcı, kimi ise oyuncuydu… Fakat hepsinin benzer olduğu bir nokta vardı; kendilerini ayakta tutan sermaye oligarşisini karşılarına almaktan hep korktular. Memleketin sorunları, sektörün çıkmazları, insanlık acıları söz konusu olduğunda ortadan kayboldular. Sorumluluk almak zorunda kaldıkları nadir zamanlarda da konfor alanından çıkmadan radikal sola yaslandılar.

Buldukları her uluslararası kürsüden “Türkiye bir Sibirya Kampı, onlar da sürgün sanatçılarıymış.” edasıyla Batı’ya seslendiler. Demokrasi çağrıları yaptılar, ülkelerine olan memnuniyetsizliklerini aksanlı yabancı dilleriyle gurur duyarak anlattılar. Batılı bir sanatçı gelip sırtlarını sıvazlayarak “You’re so brave, darling” desin diye olmayacak zahmetlere katlandılar.

Sahneden inince hemen Nişantaşı, Cihangir taraflarına koştular. Çünkü Gezi’den beri teslim oldukları “büyükleri” konuşmalarına izin verdikleri ölçüde sahnede kalabildiler. Kendi sektörlerindeki sorunlar hariç her konuda “kanaat önderi” kimliğiyle fikir beyan etme hastalıkları bir salgına dönüştü; siyasi olarak kullanışlı buldukları her toplumsal olayın üstünde acımasızca dans ettiler. Ama cast ajanslarından görünür projelere giden yolda maruz kaldıkları zorbalıkları, ödül aldıkları kürsülerden anlatıp medya oligarşisine kılıç sallamaktan hep korktular.

Meftunu oldukları Batılı şarkıcıların, sanatçıların, oyuncuların en sevilmeyeni bile Gazze’deki soykırıma en yüksek perdeden tepki gösterirken girdikleri delikten burunlarını bile çıkaramadılar. Boş zamanlarında yaptıkları vicdan güzellemeleri, barış ve insanlık üzerine sözlerinin sosyal medya etkileşimi yüksekti ama İsrail Gazze’de bir hastaneyi bombalarken, aldıkları ödülü evde bekleyen köpeklerine ithaf ederken hiç utanmadılar. Yalnızca kendilerine benzeyen mazlum ve mağdurlar için sızlayan bir vicdanları vardı. Bebek hattında alkış toplayabilecekleri ucuz bir malzeme yakaladıklarında ellerinde tuzlukla koştular ama 15 Temmuz’da mesela ortadan kayboldular. Şehitlerimizi, gazilerimizi, vatan müdafaamızı yok saydılar.

Oysa sadece halk onları alkışlarken var olabilirlerdi, anlamadılar. Onların “egzotik doğulu sanatçı romantizmi” ile soslanan, “Batı’ya şikâyet” performansı, artık sanatsal bir yetenekten çok, yıpranmış bir alışkanlığa dönüştü. Sanat adına değil ama kendi ülkesinden sürekli şikâyet eden insanın evrensel gerçekliğine dair çok şey öğrendik kendilerinden.

Şimdi anlamak ve anlaşılmak için sahneden inmeden önce bir aynaya bakmak hepsine iyi gelebilir. Gördükleri sureti bizimle de paylaşsınlar. Aynada görecekleri kişi gerçekten kendileri mi olacak yoksa sadece bir alkış bağımlısının silik gölgesi mi…