Türkiye siyasetinin gidişatını anlamak ve değerlendirmek için “laiklik, demokrasi, hayat tarzı, çağdaşlık” gibi kavramların çevresinde dönüp duruyoruz. Oysa devletin zihinsel örgütlenmesinin köklerini iyi tahlil etmek zorundayız. Hepimiz bu devletin çocuklarıyız. Hepimiz aynı talim, terbiyenin ezberleri ve disiplinine maruz kaldık.
Millî güvenlik kaygılarımızın bölgemizdeki savaşlarla tetiklendiği şu konjonktürde, Türkiye’nin terörle aktif mücadelesinin dahi “Batılı” kalıpların içine hapsedilerek tartışma zemininden koparılabilmesi, motivasyon kaynağını devletin “hangi” kuruluş kodlarından alıyor? Bunu konuşarak başlayalım.
Mesela laiklik. Fransa’dan ithal edilen evrensel kabulünde, din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken bireylerin inanç özgürlüklerini toplumsal alanda muhafaza etmeyi öngörüyordu. Türkiye’de ise toplum mühendisliği aparatı olmaktan bir adım öteye varamadı.
Doğduğu topraklarda, devletin, bireylere eşit mesafede durmasını teminat altına almayı hedeflerken Türkiye’de devlet eliyle dini yönlendirme pratiğiyle çok farklı bir çehre kazandı. Belirli bir yaşam tarzını merkeze alan, bir azınlığı imtiyazlı ve seçkin yapan, “modern” kabul edilene her hakkı mübah gören; makul olmayanın toplumsal görünürlüğünü azaltan yıkılmaz bir güvenlik duvarının adı oldu.
Laiklik pratiğine, hiçbir Avrupa ülkesinde, “terörü aklama aparatı” olarak rastlamanız mümkün değildir mesela. Terörle bağlantısı ayan beyan olan, Kandil’in Meclis’teki temsilciliğini yapan, tabanını sokağa davet ederek 37 vatandaşın ölmesine doğrudan sebep olan Demirtaş’ı, “seküler” kodlarından dolayı terör yaptırımlarının dışında tutmak isteyen muhalefet yalnızca Türkiye’ye özgü.
Mesela demokrasi. Çok partili siyasi hayat, parlamenter rejim, seçme/seçilme hakkı ve yüzyıllık demokrasi pratiği, demokrasinin varlığı konusunda muhalefeti tümüyle emin kılmaya yetmedi. Kazanmadıkları her seçimin suçlusu halk, halkın onlardan taraf olmayan iradesi ise temsiliyet yetersizliği olarak tanımlandı. “Demokrasi”, tüm dünyada kabul gören tanımından koparılarak azınlığın çıkarlarına hizmet edecek kimliklerle karşımıza çıktı.
Kent uzlaşısı adı altında DEM Parti kontenjanından belediye başkanı yapılan Ahmet Özer’in, açık ve tescilli terör iltisakına rağmen görevden uzaklaştırılmasına gösterilen tepkiye, hiç bir Avrupa ülkesinde “demokrasi” kamuflajıyla rastlayamazsınız mesela. PKK ile “birlikte yaşama becerisi” arasında demokrasi ile perdelenen bir bağlantı kurabilme kapasitesine sahip muhalefet yalnızca Türkiye’ye özgü.
CHP’nin idealize ettiği rejim simülasyonunun zemininde ne hakiki bir demokrasi ne de adil bir hukuk harcı var. Dayattıkları hayat tarzının harcında ne bireysel özgürlük alanı ne de eşit yurttaşlık teminatı var. Hayal ettikleri gelecek vizyonunda ne özgür ve güçlü ne de tam bağımsız bir Türkiye var.
İkna etmeye çalışmakla vakit mi kaybedeceğiz, terörle mücadeleye tavizsiz devam mı edeceğiz?