İSLÂM’DA VE DEMOKRASİDE ADALET
Fatih Oruç
Geçen haftaki yazımızda, adâlet kelimesinin, Arapça kökenli adlsözcüğünden dilimize geçmiş olduğunu ve bir şeyi yerli yerine koyma anlamına geldiğini hatırlatarak İslâm’da adaleti yazmıştım. Şimdi de yazımıza demokraside adâletle devam edelim. Batı kültüründe, dolayısıyla demokraside adâlet kavramının kesin bir tanımı yapılamamıştır. Adâlet subjektif, göreceli bir kavram olarak kalmıştır. Anlamı, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişmektedir. Tarih boyunca var olduğuna inanılır olduğu halde, sürekli tartışılmış, tanımlanmaya çalışılmış ama bir türlü tanımlanamamış bir kavram olarak günümüze kadar gelmiştir. Genel olarak, bir değer ve fazilet olarak kabul edilir. Felsefe tarihinin de en önemli kavramlarından biri olmuştur. İnsanın kendisiyle, toplumla ve evrenle olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olmasını gerektiğini araştıran, antik Yunan filozofu Sokrates, adâleti bireysel bir erdem olarak değerlendirir. İyi olanı kötü olandan ayırma bilgisi olarak tanımlar. Yine antik Yunan vebatı düşüncesinin en önemli filozoflarından olan Aristo’ ya göre yasalara uygun davranmak ve eşitliği bozmamak adâlettir. Kimi düşünürlere göre adâlet, herkese mutluluk veren bir düzendir. Kimi düşünürlere göre, ahlâkî vazifelerin yerine getirilmesidir. Kimi düşünürlere göre, adaletsizlik eylemlerini doğuran nedenleri ortadan kaldırmaktır. Başka bir tanıma göre de kanunları uygulamaktır. Görüldüğü gibi, adâletin tanımlanmasında kullanılan kavramlar bile, göreceli kavramlardır. Kişiden kişiye farklı anlaşılabilen kavramlardır. Demokrasilerde, kavramlar ve değerler toplumdan topluma, zamandan zamana değişen anlamlar taşıyabilirler. Bir topluma göre âdil olan, başka bir topluma göre âdil olmayabilir. Bir zamanlar âdil olan, başka bir zaman diliminde âdil olmayabilir. Onun için de adâlet kavramı, birçok anlamlarda kullanılmıştır. Netice de, batı kültüründe, demokrasilerde adâlet bir değerdir. Ama göreceli bir değerdir. İslâm’da tam tersi, bütün toplumlarda ve zamanlarda geçerli ve değişmez bir tanımı vardır. Nasıl bir değer olduğu İlâhî bir tanımdır. Batı kültürünün, demokrasinin, yukarıda ifade edilen adâlet kavramları teorideki oluşumlarıdır. Pratikte ise durum farklıdır.Demokratik devletlerde, nefsîheva ve heveslere sorgulanamayan bir kutsallık verilir.Demokrasilerde fiili uygulamalardaki adâlet anlayışında, egemen güçlerin dünya görüşleri belirleyici olur. Haliyle adâlet anlayışları da kendi çıkarları doğrultusunda belirleniyor. Kendi varlıklarını, nefsî arzularına göre devam ettirebilmek için, tarihsel planda çizdikleri adâlet kavramını kendi sınırları içerisine hapsediyorlar. Gücü ellerinde tutan batı ülkeleri, kendi yurttaşlarına refahı sunarken, diğer ülke vatandaşlarına baskı yapması, ülkeleri işgal etmesi ve tabiat zenginliklerini sömürmesi ile demokrasinin adâlet anlayışını sorgulamalıyız. İslâm literatüründe adâlet, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini, insanın eşyayla olan ilişkilerini, insanın devletle olan ilişkilerini, Allah’ın indirdiği hukuka/şeriata göre düzenlemeye denir. Diğer bir tarifi de, Allah’ın emrini, emrettiği bir şekilde yerine getirmektir. Hakka göre hüküm vermektir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hakikate teslim olmak, haklıya hakkını vermektir. Davranış ve hükümde doğru olmaktır v.s. gibi zengin anlamları da var. Laiklik ideolojisini benimsemiş demokratik ülkeler, İslâm’ın adâlet ve hukuk anlayışını tanımamaktadırlar. Bundan dolayı da, her şeyi metalaştıran, parasallaştıran, nefsîhevâ ve heveslerine göre yönetilmeyi isteyen demokratik bir ülkede haktan, hukuktan ve adâletten bahsetmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi İslâm’ın adâlet anlayışı İlâhî, demokrasilerin adâlet anlayışı beşeridir. Bu açıdan bakıldığında İslâm’ın adâlet anlayışıyla demokrasilerin adâlet anlayışı örtüşmez. Adâlet kavramına, İslâm’ın yüklediği anlamlar dışında başka anlamlar yüklemek nefislerine mahkûm cahiliye toplumların bir özelliğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruluyor ki: “Hak olarak Kitab’ı ve mîzânı (adâlet ve ölçüyü) indiren Allah’tır. Ne bilirsin belki de (kıyamet) saati yakındır?”(Şûrâ, 42/17)
Yorumlar