Şiirin görevini de, Süleyman’ın yüzüğünü parmağına takmaktır diye ifade eder.
Şair yine kendi ifadesiyle, yaşamı boyunca rengin arkasındaki rengi, şeklin arkasındaki şekli arıyordu.
Arap insanının mahzenlerde tutuklu duygu ve düşüncelerini kurtarmak için şiirlerinde bunu açık bir dille ifade etmeye çalışıyordu.
İlk eşi Zehra’dan olan oğlunu 17 yaşında bir hastalıktan, “ömrümün ve şiirimin yol arkadaşı” dediği ikinci eşini de Beyrut’ta bir elçilikte bombalanma sonucu yitirdi. Çok sevdiği annesini de sağlığında kaybetti. Bütün bunlar Nizâr Kabbâni’nin hayatında fırtınalı, hüzünlü ve derin izler bıraktı.
Arap şiirinin aşk ve kadın konularındaki tabularını yıktı. Kadına bir meta gözüyle bakan cahiliye kanunlarından kurtarılmasını mısralara döktü. Geleneksel değerlerin savunucularının da şiddetli tepkilerini çekti.
Kendisini anlatırken diyor ki:
“Kadınlığın kitabını okudum satır satır ve şimdiye kadar alfabeden başka bir şey öğrenmedim.
Aşk mektebine devam ettim elli yıl ve ellerim bomboş çıktım oradan.
Cinnet dersinden başka başarılı olduğum ders olmadı.
Zemheri soğukları geldiğinde anladım ki sadece çıplaklık elbisesini giymişim.”
Aşk, Nizâr Kabbâni’nin bir parçasıdır. Yaşama sevinci, coşkusu, heyecanı ve tutkusudur. Onun kılavuzudur ve gittiği her yere arkasından gider.
“Seç” şiirinde anlattığı gibi, aşk ona bir kasırga gibi vurmalı. Bütün surlarını yıkmalı.
“İsyankârların taşkınlığını taşımayan…
Bütün surları kırmayan
Kasırga gibi vurmayan
Bir aşka inanmıyorum.”
Deniz Kasidesinde, aşk ve kadını güvenli ve dingin bir liman olarak mısralarına döker.
“Eğer ben…eğer ben…denizci olsaydım
Eğer biri bana bir kayık vermiş olsaydı
Demirlerdim yelkenlilerimi her akşam
Gözlerinin mavi limanında.”
Gözlerinin mavi limanında.”
Bir dahaki yazıda şairin dönüm noktasından sonraki özgürlük, hürriyet ve hüzün temalarından bahsetmek umuduyla…