İnce ince işlenmiş, taşları ustalıkla döşenmiş bir İslam nefretinin sert ikliminde ne yazık ki hâlâ kendini anlatmanın telaşını hisseden Müslümanlarıyız biz bu toprakların. Azınlığın tahakkümünü kırmaya çalışan ancak hep defansta bırakılan, yine de sabırla derdini anlatmaya çalışan sessiz çoğunluğuz.
Kolay değil, yüz yıllık bir hikâye bu. Ellerindeki tüm enstrümanlarla katmanlar arası bir ötekileştirme sürecini bilinçli olarak inşa ettiler bu topraklarda. Dizi ve filmlerdeki Müslüman temsilleri bile özünde İslamofobinin toplum içinde yaygınlaştırılması üzerine kuruluydu. Yeşilçam’ın sahtekâr imamından tutun da taşradan gelen geleneksel yaşam biçimine sahip yoksul insanların modern ve seküler şehirlilerle karşılaşmasına kadar, kendilerinden aşağıda bir Müslüman imajinasyonu yaratıp hepimizi bir prototipe hapsettiler.
Olmadı. Uzun süre yok saydıkları, kendileriyle eşit görmedikleri dindar çoğunluk bugün eğitim süreçlerinde, çalışma hayatında, medyada, entelektüel ve akademik hayatta her türlü engellemeye rağmen birer aktör olarak karşılarına çıkmaya başladı. Mağlubiyetin öfkesi büyüdü. Artık en küçük toplumsal olayda bile en sert hâliyle karşımıza çıkmaya başladı.
Salt bir “İslamofobi” değildi maruz kaldığımız, bir sınıf çatışmasıydı da aynı zamanda. Doktor, mühendis, hâkim ya da sanatçı olmak, sizi onların imtiyazlı koruma alanına almaya yetmedi. İşte bu yüzden, Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen Caz Festivali’nde sahne alan dünyaca ünlü bir müzisyen de olsanız sizden “Başörtülü Piyanist Büşra Kayıkçı” olarak bahsettiler mesela.
Türkiye’de yaşanan toplumsal ya da kriminal herhangi bir olayın onların gündemine girebilmesi için “İslamiyet zemininde” tartışmaya açabilecekleri kullanışlı bir siyaset alanı sunması gerekti. Çünkü yalnızca ranta çevrilecek bir cinayet gerçekleştiğinde “duyarlı insan”a dönüşebiliyorlardı. Oysa gerçekte, ne bu ülke ne bu millet ne de bu milletin çocukları umurlarında oldu.
Narin meselesinde gördüğümüz gibi. Öyle olmasa cinayetle hiç bir ilgisinin olmamasına rağmen “Narin’in Kur’an kursuna gittiğine” dair bir enformasyona hepimiz sahip olur muyduk mesela? Akrabalarının kıldığı namaz ile cinayet motivasyonu arasında akılalmaz bağlantılar nasıl kurulurdu Müslüman nefreti olmasa.
Her renk ve inançtan vicdanlı tüm dünya halklarının sokaklara döküldüğü Filistin meselesinde, kundakta can veren bebeklerin canından çok, boykot edilen ucuz bir kahvenin karton bardağına sarılırlar mıydı kendilerini ispat etmek için?
Başıboş köpekler yüzünden evladını kaybetmiş acılı bir anneye, “arsız, sefil” diyerek hakaret edebilirler miydi kalplerinde çocuk sevgisi olsa? Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir vahşetle hayatını kaybeden Yasin Börü’nün annesine “Oğlunuz DEAŞ’çı mıydı?” diye sorabilirler miydi hiç utanmadan?
“Nefesi boğazına tıkansın, içerden çıkamasın inşallah. Tutuklanması yetmez, sınır dışı edilsin.” temennilerinde bulundukları liseli genç de henüz bir çocuk değil miydi?
Yıllardır PKK’nın kaçırdığı çocukları için nöbet tutan annelerin sesine kulaklarını tıkamış olan DEM Partilileri, bugün Narin’in hayatını önemsiyor gibi gösteren şey neydi mesela? Dağa kaçırılıp örgüt saflarında istismara maruz bırakılan, eline kalem değil silah tutturulan çocuklar için verdikleri bir mücadeleye şahit olduk mu şimdiye kadar?
“Cami çevresinde öldürülen çocuklar” için sızlıyor kalpleri yalnızca. Üstünden Müslüman nefretini kusabilecekleri kriminal olaylar için hassaslaşıyor seçici vicdanları. Canımızı yakan acıların yasını beraber tutabilmenin, yaralarımızı beraber sarabilmenin lütfunu esirgiyorlar bizden, hepimizden.
Oysa çözüm çok basit. Bu toprakların iman dairesine ve derin kültürüne olan yabancılıkları ile yüzleşip tedaviye, bir siyasi mühendislik projesi olarak ürettikleri ve ellerinde patlayan “İslamsız milliyetçilik” konusunu tekrar okuyarak başlayabilirler. Belli mi olur? Böylece İslamsız Türkiye’nin aslında nasıl “vatansız” olduğunu da anlarlar belki.
Anlarlar umarım; çünkü biz varız, biz buradayız.