Mayasında vicdan, kodlarında İslam olan bu topraklarda “doğru ve dürüst” olanı, çoğunluktan ayırıcı, çok nadir bulunan özellikler gibi tarif etmeye başlamanın bataklığında çırpınıyoruz her birimiz. “Ben dürüstüm, ben ahlâklıyım!” diye bağıran pazarlamacıların gürültüsü öyle şiddetli ki samimi ve hakiki olanın sesi kalabalıktan duyulmuyor artık.

Seküler kodların ördüğü tüketim pazarlamasıyla şekillenmiş, olabildiğince bireyselliğe indirgenmiş, narsisizm sosuyla servis edilen yeni bir “ahlak” anlayışının çerçevesinde, neredeyse elimizde fenerle dürüst esnaf, dürüst işveren, dürüst çalışan, dürüst insan arıyoruz. Siyaset de payını alıyor bu çürümeden, politikanın sunduğu vaatlerden, siyasetçilerin vizyonundan çok “ahlaklı” olup olmadıkları konusunda filtreleri açar olduk artık hepimiz.

Tanıyamıyor ve tanımlayamıyoruz. İnsan sayısınca bir ahlak anlayışının olması, toplumsal ahlakın yeniden inşasını da çıkmaza sokuyor. Yeni ahlak tanımları öyle belirsiz ki sıkıştığı yerde imdat diyerek kavgaya “özgürlük” hakkını çağırdığı için bir türlü normatif hâle gelemiyor. İşte bu görecelilik ve bireysel özgürlük yanılsamasıyla birlikte ahlak tanımı her gün başka bir gömlekle karşımıza çıkıyor.

Oysa ister Immanuel Kant'ın “ödev ahlakını” rehber edinin, ister Jeremy Bentham gibi “pragmatik” olun, isterseniz ahlak anlayışınızın temeli dinî inancınız olsun; bir eylemin ahlaki olup olmadığını tespit edebilmek için söz konusu eylemin doğasını ve o eylemi çevreleyen koşulları net bir şekilde algılayabilmek yeterlidir. Algıları kısıtlı kimseler, ahlaklı olabilmek yolunda büyük bir dezavantaja sahip olsalar da; algıları açık olanlar için durum o kadar da zor değil.

Belki iktidar zora düşer diye ekonomik gidişata umut bağlayıp durumdan vaziyet çıkararak sevinçle el çırpmak ahlaksızlıktır mesela.

Enflasyon ve pahalılık ile açıklanamayacak kira bedelleri talep edip insanların mağduriyetine ekmek banmak ahlaksızlıktır.

15 yaşında bir çocuğun, parkta 12 kurşunla öldürülmesini “ama’lı” cümlelerle Suriyeli olmasına bağlayarak böylesi bir vahşeti meşrulaştırmak çabası ahlaksızlıktır.

Yakılmış cesedi bulunan bir maden işçisinin Afgan olduğu için gündem olmaması; sanık avukatının “Yakılması çirkin ama duygusal davranmayalım.” şeklinde savunma yapabilmesi ahlaksızlıktır.

Depremzedeler “Allah devletimize zeval vermesin!” derken onları politik ayrıştırmalarla tehdit etmek ahlaksızlıktır.

Gazze’de her dokuz dakikada bir çocuk öldürülürken zulmü politik kaygılarla normalleştiren söylemler üretmek ahlaksızlıktır.

Metin Akpınar ve Uğur Dündar olaylarında olduğu gibi kendi mahallesini korumak için ahlakın tanımını değiştirmek ahlaksızlıktır.

Ahlak siyaseti yapmayı, ahlaklı olmaktan daha pratik bulmak ahlaksızlıktır.

Şöyle bir adım geriye çekilip topluma, siyasete, gündelik hayatımıza, insanların ruhlarındaki ve toplumsal ahlaktaki çözülmeye bakınca hepimizi öfkelendiren çok şey var, kabul. Ama bunu dert edinirsek ahlakı yeniden inşa etme şansı da hepimiz için hâlâ var.

Kaldı ki “dert edinmek” de ahlaki bir yükümlülüktür.