Bugün güzel İzmir’imizin düşman elinden kurtuluşunun yıl dönümü… Elbette, bizim için sevinçli ve kutlu bir gün ama etrafımızda o kadar çok cinayet işleniyor ki mutlu olmamıza fırsat tanımıyorlar ne yazık ki. Önce Diyarbakır’da katledilen minik Narin’in cesedinin dere kenarında bulunması, daha sonra ise Batı Şeria’da katledilen 1998 doğumlu Ayşenur Ezgi Eygi’nin yüreklerimizi dağlayan hikâyesi...

Ayşenur Ezgi’nin acımasızca hatta vahşetle işlenen bir cinayete kurban gitmesini, sizlere özellikle anlatmak istedim. Çünkü bu cinayet, İsrail’in, İsrailli vatandaşların da geleceğini tehdit edecek derecede nasıl bir haydut devlete dönüştüğünü göstermesi açısından son derece dikkate şayandır.

Türkiye doğumlu ABD vatandaşı Ayşenur Ezgi Eygi'nin, Nablus yakınlarındaki Beyta kasabasında, Yahudi yerleşimlerinin genişlemesine karşı düzenlenen bir protesto sırasında nasıl öldürüldüğünü anlatan, Eygi ile birlikte protestoya katılan İsrailli-Yahudi aktivist Jonathan Pollak, çatıda askerlerin nişan aldığı Eygi’yi, "Yerde bir zeytin ağacının altında yatar hâlde, başı kanlar içinde." gördüğünü söylemiş, Ayşenur’un, Filistin yanlısı Uluslararası Dayanışma Hareketi ile birlikte katıldığı ilk protesto gösterisi olduğunu da sözlerine eklemiştir.

2024 Haziran'da ana dal Psikoloji bölümünün yanı sıra Orta Doğu Dilleri ve Kültür bölümünü de yan dal olarak tamamlayan Ayşenur, çevresi tarafından, “Sosyalist, idealist bir kadın. Çalışkan ve gelecek vaat eden başarılı bir psikolog.” olarak tanımlanmıştır. Daha da önemlisi, akran mentoru olarak Washington Üniversitesi’nde görev alan Ayşenur’un, tıpkı onun gibi, katliamlara “dur!” diyen İsrailli bir Yahudi aktivistin kollarında canını vermesi, aslında bize şunu açıkça göstermiştir: İsrail devletine ve onun ordusunun hukuk dışı katliamlarına “dur” diyenler, belli bir milliyet, ırk ve cinsiyete sahip değiller.

Gazze’de yaşananlar, uluslararası sistemde çok büyük bir değişime yol açmıştır ve korkarım ki daha da açacaktır. Bu gidişat bana, Kolektivist anarkizmin ileride popülaritesini artıracağı izlenimini vermektedir. Kolektivist anarkizm deyince Bakunin’i anmak gerekir. Bakunin, ilk milletlerarası anarşist organizasyonlar olan Uluslararası Sosyal Demokrasi Birliği ve Uluslararası Kardeşlik Örgütü’nü 1864’te kurmuş, devletin, kötülük olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Derslerde sıklıkla ismini andığım diğer bir anarkist Kropotkin, üretim araçlarının mülkiyetinde, ortaklığın ötesinde, tam bir paylaşımı savunmuş ve insanlığın evriminde, rekabete oranla iş birliğinin daha büyük rol oynadığını öne sürerek devletin yıkılmasından sonra, merkezle hiçbir bağı olmayan ve aynı anda tarımla endüstriye, kent yaşamıyla kırsal yaşama, eğitimle çıraklığa dayanan bir toplum modeli önermiştir.

Bu iki ismin vurguladıkları noktalar, işte biraz evvel andığım Ayşenur gibi evlatlarımızı, Gazzeli bebekleri katletmekte sakınca görmeyen İsrail gibi haydut devletlerin olduğu uluslararası sistemde son derece kıymetlidir. Ancak unutulmamalıdır ki hem Bakunin’in hem de Kropotkin’in görüşleri, uluslararası hukukun uygulandığı savaşın bile bir hukuk çerçevesinde yapıldığı sistem için dile getirilmemiştir. Ayşenur’un ailesi, evlatlarının ölümünün soruşturulmasının, ABD’den bağımsız yapılmasını istemiştir. Zira kızlarını katleden İsrail ordusunu destekleyen ABD’nin, soruşturmasına güvenmemişlerdir. Bu yaşadığımız örnek, ABD devletinin kendi vatandaşı tarafından dahi güvenilmez bir hâle geldiğini göstermiş, uluslararası sistemdeki dengesizliği gözler önüne sermiştir. “ABD’nin sistemde dolduramadığı boşluğu, hangi aktör veya hangi örgüt doldurmaya namzettir?” veya “Sistem, ileride tamamen, yukarıda andığım Bakunin ve Kropotkin’in görüşlerinden ilham alınabilecek şekilde başka bir boyuta mı evrilir?” soruları, hepimizin zihinlerini meşgul etmektedir.