Bu hafta çokça tartışılan ve öğrencilerimin bana sorduğu konu; Bahçeli’nin, Öcalan’ın Meclis’e gelip PKK’nın tasfiyesini ilan etmesini istemesi hakkındaydı. Böyle bir teklifin Bahçeli tarafından yapılmasını, pek çoğumuz rüyamızda görsek hayra yormazdık herhâlde. Hele ki 2008-2009 yıllarındaki açılım gayretlerinin nasıl boşa çıktığını gördükten sonra… Bahçeli’nin bu çıkışı bana, Uluslararası İlişkiler’deki akademisyenler olarak yaptığımız çalışmalarda, ne kadar Batı’nın lensinden veya teorilerini kullanarak analizler yaptığımızı düşündürttü. Demem o ki; tıpkı İngiliz Okulu veya Kopenhag Okulu gibi bir Anadolu okulu, biz Türk akademisyenler tarafından şimdiye kadar oluşturulamaz mıydı? PKK meselesini, kadim Güneydoğu Anadolu’yu ve Anadolu’nun irfanını oluşturan değerleri bilmeden “Anadolu ekolü” oluşturulabilir mi? PKK’ya bir çözüm üretilebilir mi? Elbette ki hayır!

Kendimden yola çıkarak konuşayım; akademik hayatım boyunca çalışmalarımı Batı merkezli teorileri ve bakış açısını merkeze alarak –pek çok meslektaşım gibi- bölge çalışmaları ağırlıkla Orta Doğu üzerine yaptım. Bu da ister istemez kendi coğrafyamızı ve dünya meselelerini, Batı’nın bizim görmemizi istediği şekilde gözlememize yol açmıştır. Dolayısıyla Robert Cox’un dediği gibi, Batı’nın ürettiği teoriler Batı’nın çıkarlarına hizmet eder ve bizler kendi kuram ve teorilerimizi üretmezsek PKK gibi FETÖ gibi kronik sorunlar hem iç hem de dış siyasette pişirilip pişirilip önümüze konacaktır. Sözün özeti, PKK meselesinde Bahçeli’nin çıkışı, aslında Güneydoğu Anadolu’nun gerçeğinden uzaklaşmış, halkın psikolojisi ve anaların taleplerini hiçe sayan siyasetçilerin kendi açmazlarıyla yüzleşmesine yol açmıştır. DEM’li siyasetçilerin göbek bağı, Güneydoğu’da evlatlarını dağa kaptıran halka mı bağlıdır? Yoksa dağda ABD’nin fonladığı savaş lortlarına mı? İşte şimdi bunu anlama zamanıdır.

İçeride safları sıklaştırma zamanı ne demektir? İçeride PKK’nın sadece askerî yollarla değil, içeriden hainlerle kurduğu bağı koparabilmek için herkesin takkesinin düşüp kelinin görünmesi demektir. Zira gelecek seçimlerde halkın oylarında belirleyici olacak unsur, siyasi parti mensuplarının, TBBM’deki milletvekillerinin, belediye başkanlarının PKK’ya karşı saflarını belli etmesi olacaktır. Zira sandığımız gibi PKK, FETÖ sadece sınırlarımızın dışında değil, bizzat içimizde hâlâ varlığını sürdürmektedir. Burada üniversiteye, akademiye, üniversiteli gençlere, Amerikalıların çimen kökü diye tanımladıkları sıradan sokaktaki halka çok iş düşmektedir. Bu hafta doktora dersimde öğrencilerimle ele aldığımız konu, sorunlarımıza içeriden-kendi değerlerimizi referans alarak-bakarak, analitik düşünerek ve ön yargılarımızdan mümkün olduğunca sıyrılarak, Kuvay-ı Milliye ruhuyla çözüm üretmeye çalışmanın önemi üzerineydi. Uluslararası ilişkilerde Rebecca Adler Nissen’in stigmatization teorisi, bana kalırsa Türkiye’nin kronik başka bir sorununu da mükemmel şekilde açıklıyor. Diğer bir deyişle yaftalama, damgalama ve karalama politikası, ülkemizdeki sorunlara farklı bir bakış açısıyla yaklaştığınızda size doğrudan uygulanıyor ve böylece düşüncelerinizi açıkça dile getiremiyorsunuz. Hatta bu yüzden, kendi camianız tarafından aforoz bile edilebiliyorsunuz. Bu, uluslararası ilişkilerde de çokça kullanılan bir durumdur. Söz gelimi, bazı ülkeleri yaftalayarak “haydut devlet” ilan etmek, mesela YPG’yi, DEAŞ’a karşı savaşan bir direniş örgütü olarak gösterirken Türkiye’nin YPG’ye karşı sınırlarını korumaya çalışmasını DEAŞ’a destek olarak göstermek gibi…

Coğrafyamızda Gazze saldırıları ile başlayıp hâlâ devam eden bir kırılma sürecinden geçiyoruz, dolayısıyla içeride sağlam durmalıyız. PKK ve FETÖ konusunda sadece hükûmet değil, tüm siyasiler ve hepimiz sorumluluk almalıyız. Cumhuriyet Bayramı’mızı kutladığımız şu günlerde, öğrencilerime de hep söylediğim gibi bir sözle yazımı bitireyim; Ata’sıyla kavgalı olanın evlatlarına hayrı olmaz. Mustafa Kemal Paşa ile de Abdülhamid ile de barışıp onları minnet ve rahmet ile anmazsak daha çok içimizden PKK’lar ve FETÖ’ler çıkar… Aman dikkat edelim.