Yakınlarda bir yazımızda Türkiye siyasetinin sınıf coğrafyasını çizmiştik, hatırlayalım….
Türk demokrasisinde iki ana aks var. Bunlardan biri, ilk gövdesi sınıfsal olarak Anadolu sermayesine dayanan, siyaseti de bu bakışla üreten merkez sağ çizgi. Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP derken şimdi AK Parti’de tecessüm ediyor.
Diğeri, sınıfsal temelini bürokraside bulan, başlarda devletçi, sonrasında merkez sol hâline gelen çizgi. Bu da başından beri CHP ile temsil ediliyor.
Bunlar aynı zamanda modern Türkiye’nin kuruluşu sırasında var olan sınıflar. Ancak, çok partili demokrasi altında tek başlarına iktidara geçmeleri mümkün değil. Çünkü zaman içinde siyaset sahnesine dâhil olan iki sınıf daha var. Birisi işçi sınıfı, yani geniş halk kesimleri; diğeri büyük sermaye. İki kurucu sınıf ve onların merkez sağ/merkez sol partileri, diğer sınıfların onayını alabildikleri ölçüde iktidar olabiliyorlar
İşçi sınıfı (veya halk) genel olarak merkez sağ siyaseti destekliyor. Orada üretilen politikayı daha gerçekçi ve daha demokratik buluyor. Başka bir deyişle, bürokrasiyi demokratikleşmenin önündeki bir engel olarak görüyor, CHP’ye pek yüz vermiyor.
Büyük sermaye ise merkez sağ ile merkez sol arasında bir denge pozisyonunda duruyor, daha çok çıkarlarını önceliyor. Ancak çok önemli bir olgu daha var; Türkiye’deki sermayenin oluşumu devlet eli ile gerçekleşmiş bir süreç. İstanbul sermayesi, bürokrasiyi ve özellikle de demokrasi üzerinde vesayet sahibi olan “büyük bürokrasiyi” çok seviyor. Dolayısıyla bu sınıf için CHP her zamanki güvenilir adres oluyor.
Bugünkü TUSİAD krizi, benzerlerini daha önce gördüğümüz bir olay. TÜSİAD, genelde hükûmetlere muhtıra veren, ayar çeken bir pozisyonda duruyor. Türk siyasetinin yukarıda izah ettiğim sınıfsal haritası sebebi ile de genellikle “merkez sağ” iktidarlara ayar veriyor.
Bunun bir istisnası 1979 senesidir. TÜSİAD, gazetelere verdiği ilanlarla Ecevit hükûmetini devirmişti. Tüm basına çarşaf çarşaf verilen dört tam sayfa ilan, doğrudan Ecevit’in halkçı politikalarını hedef alıyordu. Hükûmet, iş adamlarının bu baskısına dayanamadı ve düştü. Bu olayı şöyle de okuyabilirsiniz; Türkiye’de merkez sol, tarihi boyunca sadece bir kez halktan yana oldu; onda da büyük sermaye tarafından hizaya getirildi.
Şimdiki TÜSİAD bildirisi de her zamanki formüle dayanıyor. Hürriyet, adalet, refah gibi kavramları kullanarak ana hatları itibarıyla halkçı sayılabilecek bir hükûmeti hedef alıyor. Oysa hürriyeti, demokrasiyi bunca sevdiğini söyleyen TÜSİAD’ın askerî yönetimlere, darbelere, muhtıralara yönelik tek bir bildirisi, tek bir karşı çıkışı bulunmuyor. Hatta 12 Eylül faşizmini ayakta alkışladıkları biliniyor.
Dünyada sanayi sermayesi Trump gibi, Putin gibi halkçı/millî liderleri desteklerken bile bizimkiler eski alışkanlıklarından vazgeçemiyor. Çünkü bizim büyük burjuvazi en temelden 3K üzerinde yükseliyor: Koruma duvarları, kamu ihaleleri ve kompradorluk. Bu şekilde var olan bir sınıfın şahsiyetli bir duruş sergilemesini, olaylar karşısında “yerli” tepkiler geliştirmesini beklemek hayalcilik… Lacivert takım elbiseler arkasında gizlenen bu beylerin gerçek yüzünü iyi tahlil etmek gerekiyor.