İngiliz The Times gazetesinde çıkan bir haber, Avrupa’nın dev seyahat acentesi TUI’nin zor günler yaşadığını yazıyor. Şirketin Kuzey Avrupa operasyonları zarar ediyor, yaz rezervasyonları durma noktasına gelmiş ve Frankfurt Borsası’nda işlem gören hisse fiyatlarında ciddi düşüş gözleniyor.

Gazete, bunun bir dizi sebebi olduğunu yazmış. En dikkat çekici olanı ise en sona saklamış: “Turizm talebi, Türkiye gibi güçlü pazarlardan yeni destinasyonlara kayıyor.”

Tuhaf değil mi?

Bir yanda bizim sürekli rekorlar kırdığını söyleyip övündüğümüz turizm sektörümüz, öte yanda turistler artık Türkiye’yi tercih etmediği için zor duruma düşen Avrupalı acenteler! Aslında bir tuhaflık yok çünkü geçmiş dönemlerden değil, gelecek yaza ilişkin rezervasyonlardan söz ediyorlar. Şubat ayının ortasına geldik ve erken rezervasyonlarda arzu edilen artış yok.

Bunun bir sebebi Bolu’daki otel yangını. Facianın ardından yazmıştım: Birbirimizi suçlamayı bırakıp soruna odaklanmalıyız. Tüm dünya Türkiye’deki otellerin güvenliğini konuşurken, rakiplerimiz “Can güvenliğiniz için Türkiye’ye gitmeyin!” kampanyaları yaparken biz, ‘belediye mi suçlu bakanlık mı’ tartışmasına girmiştik.

Hâlâ da aynı kısır tartışmanın içinde debeleniyoruz. Oysa sorun kör tarafgirliğe teslim olmuş münazara yöntemleri ile çözülemeyecek denli ciddi.

Gerçekçi olalım, dünyanın neresinde bir otelde ihmal ve denetimsizlik yüzünden 78 insan yaşamını yitirse bu, tüm sistemi sarsacak bir olay olarak kabul edilir. Dikkat edin, suçluların cezalandırılmasından değil, sistemden söz ediyorum. Ortada 78 cinayet var, suçlular tabii ki cezalandırılmalı, otel sahibi, çalışanı, bürokrat her kim ise… Ama konu münferit bir suçun faillerinin cezalandırılmasından ibaret değil ki! Koskoca bir sektörün üzerine yapışan “güvensizlik” damgası nasıl silinecek? Asıl bu sorunun yanıtını aramamız gerekiyor. Çünkü düşen rezervasyon rakamları, üzerimize bir cismin yaklaştığını söylüyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız.

Öte yandan, turizm sektörümüzün başındaki tek dert otel faciası değil. Türkiye’nin bu alandaki performansı ortada, sektör büyüyor, gelirler artıyor. Ama büyümenin ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusu pek de sorulmuyor. Sorulsa bile sürdürülebilirlik kavramı hafife alınıyor, ekoloji ve çevre ile ilgili marjinal bir alan olarak görülüyor.

Dünyada turizm talebinin arttığı doğru. Pandemi etkisi neredeyse tamamen geride kaldı ve her yıl daha fazla sayıda insan seyahate çıkıyor. Ama aynı zamdan her yıl daha fazla destinasyon, daha fazla rakip de beliriyor.

Geri kalmış ülkeler, altyapıları iyileştiği oranda pazara dâhil oluyor. Gelişmiş ülkelerde bile turizm sürdürülebilir kırsal kalkınmanın bir aracı olarak görülüyor, devletler tarafından çok özel programlarla destekleniyor. Kültür turizmi ve deneyim turizmi alanları hızla çeşitleniyor. Yeni teknolojiler ve yapay zekâ, tüm sektörü akılalmaz değişimlere zorluyor. Bir yandan da dünyadaki turist profili değişiyor. Pazara yeni dâhil olan tüketiciler, özellikle de gençler, bambaşka beklentileri temsil ediyor. Tüm bu gelişmeler, Türkiye gibi “klasik” turizm pazarlarını zorluyor.

Bu kadar hareketli bir sektörde sadece artan rakamlara bakarak başarılı olduğumuzu düşünmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Beş yıl sonra, on yıl sonra, yirmi yıl sonra Türk turizmi nerede olacak? 2040 yılında da dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden biri olabilecek miyiz? Turizmin katma değeri yüksek alanlarında sözümüz geçecek mi? Turizmi ülkenin her şehrine, her kasabasına yayıp kalkınmanın bir aracı yapabilecek miyim? Artan turizm talebi çevreyi ve sosyal yaşamı nasıl etkileyecek? Türkiye’deki toplumsal yaşam ve turizm birbirini besleyen unsurlar mı olacak yoksa birini diğerine feda etmek zorunda mı kalacağız?

 Sorular uzayıp gidiyor ve asıl bunları düşünmemiz gerekiyor…